Geçtiğimiz yıl olduğu gibi bu yıl da dünyayla festivali entegre etme ve daha fazla insanla etkileşime geçme adına !f İstanbul önemli bir mesafe kaydetti. Özellikle MUBI ile işbirliğiyle gerçekleştirilen “!f 2: İstanbul’dan Canlı” bölümünü bu anlamda önemli buluyorum. Festivallerin ileride gideceği yolu da göstermesi açısından dikkate değer bir çalışma. MUBI’nin bugün dünyada geldiği nokta ortada. Sinema alanında en hızlı büyüyen organizasyonların başında geliyor. Büyümenin dışında, sinemaseverlere ve organizatörlere de yeni imkânlar yaratarak, sinemayı daha geniş alanlara açma şansı yaratıyorlar. Bunun olumlu etkileri kadar dezavantajları da var tabii ki. Sonuçta film izleme etkinliği ve sinema algısı da bir değişime, dönüşüme uğruyor. Buna, gençler görece daha kolay uyum sağlasa da, online ve etkileşimli film izleme olayının “festival ruhu”nu tehdit ettiği de aşikâr. Sonuçta festivallerin bu kadar seyirci toplamasının başlıca nedenlerinden biri topluca sinemada film izleme etkinliği. Kalabalıkla birlikte sinemada film izleme ve sinema aracılığıyla ortak bir dil yakalayabilme imkânı yaratıyor festivaller.
Keş!f
!f İstanbul’un klasikleşmiş ve en çok takip edilen bölümlerinin başında gelen “Keş!f Bölümü”nde bu yıl yine birbirinden ilginç filmler gösterildi. Çok merak etmeme rağmen, Michelangelo Frammartino’nun Dört Defa’sını izleyemesem de, izlediklerim arasından bu bölümde en çok Koen Mortier’in ikinci filmi 22 Mayıs’tan etkilendiğimi belirtmem gerek. Bir intihar bombacısının bir alışveriş merkezini bombalaması sonrasında, yönetmen bu olaydan etkilenen insanların hayatlarını tek tek mercek altına alarak, Dostoyevskiyen bir bakış açısıyla “esas suçlu kim” sorusunu sordurmayı başarıyor. İntihar eylemcisinin trajedisi bir yanda, güvenlik görevlisinden kasiyere kadar bütün insanların hayatlarında yaşadıkları sorunlar tek tek ekrana gelirken, iletişimsizlik, yabancılaşma ve İskandinav filmlerindekine benzer şekilde bir “duygusuzlaşma” da arka plânda kendini gösteriyor. Gerek biçim olarak gerekse de hikâye olarak 22 Mayıs’ın “keşif” temasına en uygun film olduğunu düşünüyorum. Mortier Ex-Drummer’dan (2007) sonra bir kez daha çarpıcı bir filme imza atarak, takip edilesi bir yönetmen olduğunun da altını çiziyor 22 Mayıs’la. İleride adından daha çok söz ettireceği kesin. Bu bölümdeki R sık sık Yeraltı Peygamberi’yle (2009) kıyaslanıp basit bir kopya gibi görülse de, filmin Yeraltı Peygamberi’nin basit bir kopyası olmadığını hatırlatmakta fayda var. R hapishanelerin amaçlarını sorgulatmayı başaran, hapishanelerin işlevlerini tartışmaya açan bir film. Şu anki haliyle hapishanelerin suçluları rehabilite etmekten çok onların donanımlarını nasıl geliştirdiğini gözler önüne seriyor. Filmin oldukça iyi bir sinematografisinin de olduğunu söylemeliyim.
Hit Filmler
Arjantinli yönetmen Pablo Trapero’nun takıntı derecesinde kullandığı kader, son filmi Carancho’da da kesişen hayat hikâyeleriyle kendini gösteriyor. Kötü bir film olmasa da, Trapero’nun kendini tekrar etmesi ve yeni bir şey anlatmaktan uzak olması bana sıkıntı verdi. Hayvanlar Krallığı da suça bulaşmış ve bir şekilde içine düştüğü bataktan kurtulamayan insanların dramını anlatan, sade ve sakin bir film olmasına karşın, çok bilindik bir formüle yaslanıp yeni bir şey sunmadığı için sıradanlıkla yetiniyor. Xavier Dolan’ın Hayali Aşklar filmi biçim olarak çok şirin bir film olsa da, Dolan’ın çocuksu aşırılığını ve takıntılarını bu filmde de sürdürdüğünü görüyoruz. Birilerinin artık Dolan’a film çekmekle video klip çekmek arasındaki ayrımı anlatması gerekmiyor mu? Şirin olmak Hayali Aşklar’ı kurtarmadığı gibi, Wong Kar Wai özentisi olmak da genç bir yönetmene yeterli olmuyor. Yine de filmin iyi müziklere, özenli bir sanat yönetimine ve akılda kalıcı anlara sahip olduğunu da yadsımamak lazım.
Oscar’larda da sıkça adından söz ettiren İki Kadın Bir Erkek ise, tek kelimeyle hayal kırıklığı. Lezbiyen bir çiftin tipik bir heteroseksüel çiftmiş gibi sunulduğu ve aile değerlerinin klasik Hollywood filmlerinde olduğu gibi yüceltildiği filmde, muhafazakâr bir bakış açısıyla üretilen stereotiplerin tekrarladığını görüyoruz. Çift lezbiyen olsa da, erkek egemen söylemin ve erkek iktidarının çiftin gündelik hayatlarından yatak odalarındaki mahremiyetlerine kadar sızdığına tanık oluyoruz. Tıpkı kapitalizmin yarattığı illüzyon gibi, İki Kadın Bir Aşk da özgürlük ve bağımsızlık söylemiyle gönlümüzü çalmaya çalışıyor; ama netice itibariyle bahsettiği söylemin kendi yarattığı belli stereotiplere bağımlı, tek tip erkek egemen bir bakış açısıyla sınırlı kaldığı da ortada. Coen Kardeşler’in son filmi İz Peşinde ise, orijinal filmden çok daha ciddi, karamsar, mesaj peşinde koşan ve Coen Kardeşler filmografisinde aşağılarda yer alacak ortalama bir film olarak karşımıza çıkıyor. Debra Granik’in bu yıl Oscar’larda bağımsız film kontenjanından kendine yer bulan filmi Gerçeğin Parçaları; Donmuş Nehir (2008) gibi, kendi halinde, sessiz ve sakin ilerleyen bir drama. Oldukça sert bir coğrafyanın sert insanları arasındaki anlaşmazlıklar ve ikili ilişkiler beyazperdeye taşınırken, yönetmen de filmin geçtiği coğrafyanın karakteristiğine uygun bir şekilde donuk ama içe işleyen bir anlatım benimsiyor.
Açılıma Devam ve Diğerleri
!f İstanbul’un geçen sene başlattığı “Açılım” bölümünün devamı olan “Açılıma Devam” kapsamında gösterilen Zare, bölümün vurgu yaptığı gibi büyük siyasi cümleler kurmak yerine sıradan insan hikâyelerine odaklanıyor. Ermenistan sinemasının en önemli iki yönetmeninden biri olarak kabul edilen Hamo Beknazarian’ın çektiği ikinci Ermenice film olan Zare, özetle Yezidi köyünde geçen bir aşk hikâyesini konu alıyor. Köyün ağasının polis ve şeyh ile işbirliği yaparak sevdiği kızı kaçırıp onunla zorla evlenmek istemesi ve kızın gönül verdiği gencin onlarla mücadelesi filmin ana çatısını oluştururken, arka plânda ise bir Yezidi köyünde yaşayan insanların günlük hayatları ekrana yansıyor. Hayvancılıkla geçimini sürdüren bir köyde insanların doğayla bütünleşik yaşamı, zaman zaman araya serpiştirilen Chaplinvari komedi öğeleriyle seyri keyifli bir belgesel tadı veriyor. Ağrı Dağı’nın Kadınları ise, dağda yaşamlarını sürdüren altı PKK’lı kadının yaşama mücadelesine ortak olurken, Türkiye’de ana akım medyanın da körüklediği ve dağa çıkan insanları, insanlıktan uzak birer korku nesnesine dönüştüren genel söylemi tersyüz ediyor. Dağda yaşayan altı kadının yaşamları üzerinden bölgedeki durumu değinen yapım, savaşın hiçbir sorunu çözemeyeceği gerçeğini de yüzümüze vuruyor.
Yazının sonuna gelmişken, bir filmin daha üzerinde durmakta fayda görüyorum. Belçika filmi Oksijen, kalıtsal bir akciğer rahatsızlığından muzdarip ve organ nakli dışında bir çaresi olmayan iki kardeşin hikâyesine odaklanıyor. Küçük kardeşin merkeze alındığı film, karakterlerin dramını melodram kalıplarından uzak durarak, son derece ölçülü bir şekilde aktarmayı başarıyor. Filmin sömürüye açık hikâyesini konvansiyonel sinemadan vazgeçmeden beyazperdede anlatması ve seyirciye bir duygu geçirebilmesi beni etkiledi. Günümüzde sıkça tartışma konusu olan, konvansiyonel sinema mı, sanat sineması mı gibi sunî tartışmalara bir cevap niteliği taşıyan, ikisinden de izler bulunan ve günümüz sinemasında en çok eksikliğini hissettiğimiz şey olan duyguyu aktarmayı başaran bu sade film, benim açımdan festivalin öne çıkan filmlerinden biri oldu.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com