Uzun süreli planların beğenilen ustası, Phil Ballard’a filmlerinin neden umutsuz olmadığını, yaptıklarını sinema olarak kabul etmediğini, Bruegel’den ilham aldığını ve Tarkovsky’nin kendisi için ‘fazla iyi’ olduğunu anlatıyor.
Béla Tarr kendisini herhangi bir politik ve sosyal yapının tuzağından ve aynı zamanda film çevrelerinin dışında tanımlıyor. 1970’li yılların sonlarında cesareti ve kent yaşamının gerçekliğini yansıttığı Amerikalı yönetmen John Cassavetes etkisinde yaptığı düşük bütçeli filmleri, dönemin diğer filmlerinden ayrıksı bir yerde duruyordu.
1980’li yıllardaki geçiş döneminin sonrasında siyah-beyaz, uzun planlar ve yavaş kamera hareketlerini barındıran geç dönem görsel anlayışı ile çürüme ve yozlaşmayı ifade eden anlatımı ortaya çıktı. Anglofon sinema eleştirmenleri yakın dönem filmlerini genellikle alegorik, felsefi veya dinsel ve mizahtan yoksun bir donuklukla değerlendirilerek bazen de olumsuz bir şekilde Andrei Tarkovsky ile karşılaştırılarak eleştirilmişti (Guardian yazarı Peter Bradshaw her sorumlu sinema yöneticisinin içeri girilebilmesi için kravat ve bağcıklı ayakkabı istemesi gerektiğini söylemişti).
Tarr, aynen 2001 yılının Mart ayında İngiltere’deki distribütörü Artificial Eye ofisinde gerçekleştirilen bu röportajda olduğu gibi, tüm bu eleştirilerden farklı bir şekilde düşündüğünü ifade ediyor. Aynı zamanda hayat arkadaşı da olan ve birlikte çalıştığı Ágnes Hranitzky ile birlikte bu röportajda çoklu referanslarını anlatıyor.
Uzun planlarınızın arkasında yatan nedenler hakkında bir şeyler söyleyebilir misiniz?
Genel olarak bununla ilgili ne diyebilirim ki? Bu kuşağın insanları hikâyenin mantığını takip edebilirler ancak hayatın mantığını takip etmiyorlar. Başka pek çok şeyin yanında hikayeyi hayatın bir boyutu olarak değerlendiriyorum. Sözlü iletişimde sahip olmadığımız zaman, doğa ve meta iletişimimiz var. Haberleri izlerseniz sadece konuşuyorlar, kesiyorlar, belki biraz görüntü ve ardından konuşma, hareket, konuşma. Bizim için, film biraz farklı.
Anlatıma yaklaşımınız nasıl?
Bizim farklı bir anlatım tarzımız var. Hikâye bizim için ikinci planda. Esas olan her zaman insanlara nasıl dokunacağınız. Gerçek hayata nasıl daha fazla yaklaşabilirsiniz? Biz konuşurken başka pek çok şey olmaya devam ederken hayat hakkında bir şeyleri nasıl anlayabilirsiniz? Örneğin, masanın altında neler olup bittiğini bilmiyoruz ancak orada ilginç, önemli ve ciddi şeyler oluyor.
Eşit anlamlılık hakkında?
O tamamen meta iletişimi. Bu nedenle yani meta iletişimi için kesmeyi seviyoruz. Hikâyeyi veya sözlü iletişimi değil gerçek psikolojik süreci takip ediyoruz.
Genellikle belirli bir grupla çalışmayı tercih ediyorsunuz. László Krasznahorkai (yardımcı senarist), Mihály Vig (besteci) and Ágnes Hranitzky (asistan ve editör) ile rahat hissediyor olmalısınız. Ekip olarak mı çalışıyorsunuz yoksa yönetmenin çalışmanın temel kaynağı olduğu auteur teorisini mi kabul ediyorsunuz?
Çok otokratik bir adamım ve her şey bir çift ele ait. Film yapımı demokratik bir süreç değil. Her şeye karar vermek zorundayım. Ancak besteci, kameraman ve yazarı dinlemezsem delirebilirim. Onları çalışmaya dahil ediyorum ve dinlemek zorundayım. Proje için en iyisini yapmak istiyorlar ancak son kararlar kesinlikle bana ait oluyor. Ágnes ile aynı düşüncedeyiz, hayata bakış açımız aynı. Bu nedenle, çalışırken sanat, felsefi sorular veya teorik konular hakkında asla konuşmayız. Çalışırız ve yapılması gerekenler ve oyuncuların nasıl daha derin olabilecekleri gibi somut konular hakkında konuşuruz. En ilgi çekici şey budur.
Çalışmalarınızın soğuk ve umutsuz olduğu hakkındaki eleştirileri kabul ediyor musunuz? Çok az umut var gibi görünüyor.
Hayır, çünkü umut dolu olduğumuzu sanıyorum. Eğer bir film yapıyorsanız önümüzdeki elli yıl boyunca var olacağına ve belki de sonra birilerinin izleyeceğine inanıyorsunuz ki, bu çok büyük bir iyimserlik.
Umut asıl yaratım sürecinde mi?
Evet, kesinlikle.
Bu durumda, insani durumların absürtlüğü (anlamsızlığı) hakkındaki varoluşsal görüşü kabul etmiyor musunuz?
Hayır, bu absürt değil. Dünya dönmeye devam ediyor ve insanlar filmleri izliyorlar. Bu bizim filmimiz, bu kadar. Size ve herkese insani durumların nasıl olduğunu göstermek istiyoruz. Bu kadar. Kimseyi yargılamak istemiyoruz. Herhangi bir şekilde anlam çıkarmak istemiyoruz. Neler olup bittiği hakkında bir şeyler göstermek istiyoruz.
Çalışmalarınızın sadece Macaristan’daki rahatsızlık hakkında değil, evrensel olduğunu düşünüyor musunuz?
Evet, Macar filmleri yapıyoruz ancak durumun her yerde bir ölçüde aynı olduğunu düşünüyorum. Eğer gerçekten biraz derin şeyler yapma fırsatınız olursa sanırım herkes her şeyi anlayabilecektir. Soru her zaman derinlik: insanlara nasıl dokunabileceğiniz. En başta ilk filmimizi yaptığımızda [Családi t űzfeszek (Aile Yuvası, 1979)] çok fazla sosyal problemimiz ve filmin makbul olduğunu düşünmüştük. Dünyayı değiştirmek istiyorduk, çok güçlüydük, çok gençtik ve 16mm siyah-beyaz film, profesyonel olmayan oyuncular, kamera ve çok fazla kötü kesmemiz olan yeni araçlarımız vardı.
Planlanmış kötü kesmeler?
Evet. Çirkinlik ve yoksulluk üzerine bir filmdi. Sadece gerçeği göstermiştik. Ardından, başka filmler yapmaya devam ettik ve sorunun sadece sosyal değil ontolojik, ardından da kozmik olduğunu hissettik. Bu nedenle filmlerimizin evrensel, anlatıma dayalı, zamana ve diğer türde anlatıma dayalı olduğunu hissedebilirsiniz.
Oluşturmaya çalıştığınız zaman, mekân ve ritmi açıklayabilir misiniz?
Çok basit. Kárhozat (Damnation, 1988) filminde tamamen yalnız bir adamımız vardı ve sadece toplumdaki ve evrendeki yalnızlığını göstermek istedik. Bu nedenle tabiat, doğal çevre ve zamanı da işin içine sokmanız gerekiyor. Sürekli kaybolduğunu görüyorsunuz. Sadece bu. Her zaman çok basittir.
Sonunda iletişim tamamen bozuluyor ve bir köpeğe havlar hâle geliyor.
Evet, doğaya gitmesinin nedeni de bu. Artık daha fazla konuşmak istemiyor çünkü yaşamı sona eriyor.
Kabare şarkıcısının çalıştığı barın adı ‘The Titanic’. Dünyanın da insanlık durumlarının kusurlu doğası gibi bir buzdağına çarparak yok olacağını mı düşünüyorsunuz?
Titanic’in Avrupa uygarlığının bir parçası olduğunu düşünüyorum. Biz sadece Avrupa uygarlığının küçük bir sembolünü kullanmak istedik. Bu kadar. Şu anda orasının adı hâlâ Titanic, ki bence hoş bir isim.
Referans kaynaklarınız İncil’e ait ve kıyameti çağrıştırır nitelikte. Günümüz Nietzsche sonrası dünyasında Hıristiyanlığın değerlerini tekrar değerlendirmeye ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyor musunuz?
En iyisinin doğaya dönmek olduğunu düşünüyoruz. Dindar değiliz. Herhangi bir dine inanmıyoruz. Din hayatın bir parçası olduğu için filmde bir derece rolü var. Ancak kesinlikle yeni inanç sistemi oluşturmak istemiyoruz. Herhangi bir teoloji kuramı oluşturmak istemiyoruz.
Amerikalı eleştirmen Jonathan Rosenbaum’un çalışmalarınız hakkında ‘maneviyatı olmayan Tarkovsky’ olarak değerlendirmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Kendinizi böyle bir durumda görüyor musunuz?
Bu Jonathan Rosenbaum’un kendi düşüncesi. Bilemiyorum, bu onun düşüncesi. Kendisiyle bu konular hakkında konuşmadım. Temel fark Tarkovsky’nin inançlı olması ve bizim olmamamız. Ancak her zaman umudu vardı, Tanrı’ya inanıyordu. Bizden (benden) çok daha masum. Hayır, onun tarzında film yapmak için çok fazla şey gördük. Çoğu zaman onun daha yumuşak ve hassas olan tekniğinin de farklı olduğunu düşünüyorum.
Sizin tarzınız sert mi?
Evet, o benim için fazla iyi.
Bir röportajınızda gençken filozof olmayı istediğinizi okumuştum. Film yapmanızı başka bir anlamda felsefe olarak görüyor musunuz? Diğer bir ifadeyle sanatsal araçları kullanan felsefi bir araştırma olduğunu söyleyebilir miyiz?
Hayır, bundan vazgeçtim. Tümüyle felsefeden ve filozof olmaktan vazgeçtim. Gençken filozof olmak istiyordum ancak neyse ki veya ne yazık ki bana bir şeyler oldu. Şimdi film yapıyorum ancak gerçek bir yönetmen değilim.
Sinemayla ilgilenmediğinizi ve sinemanın ne olduğunu bilmediğinizi söylemiştiniz?
Bilmiyorum. Bu doğru.
Bu durumda sinema ve sizin yaptığınız arasında bir fark mı var?
Umarım sinemadan çok hayata yakınızdır.
Sinemayı bilmediğinizi söylerken ifade etmek istediğiniz geleneksel sinema mı yoksa ticari sinema mı?
Hayır, her türlü sinema. Sadece sinema.
Sinemanın bütünü? Bunun bir parçası gibi hissetmiyor musunuz?
Hayır, bunun nedeni size anlatımla ilgili söylediklerimde yatıyor. Benim için sinemada izlediğim şeyler her zaman saçmalık. Bu anlamlı bir soru. Fark; insanlara ulaşmamız, onları izlememiz ve oyuncularla çalışmalarımız. Bundan dolayı, tüm bunları yapmayı seviyorum. Çünkü bir yandan, film yapmak çok sıkıcı. Sadece bir senaryomuz var ancak çekimler sırasında senaryoyu asla kullanmıyoruz. Oyuncularımız var ancak oyuncular gibi davranmıyorlar. Onlarla arkadaş gibi veya sadece kişiselliklerini kullanarak çalışıyoruz. Benim için oyuncuların kişilikleri her zaman ilgi çekicidir. Böyle olduğu için de, profesyonel veya amatör oyuncularla çalışmak fark etmiyor.
Fark olduğunu düşünmüyor musunuz? Bazı yönetmenler amatör oyuncuların farklılık kattığını düşünüyorlar.
Hayır, bizim için bir farklılık olmuyor. Eğer filmlerimizin bazılarını izlerseniz, her zaman kişiliğe dikkat ettiğimiz için, hem profesyonel hem de amatör oyunculara ihtiyaç duyulduğunu görebilirsiniz. Eğer herhangi bir oyuncu bir sahnede oynamaya başlarsa hemen ona ne yaptığını soruyoruz. Oynama – sadece öyle ol. Birisinin içinde neler olup bittiğiyle ilgilenme nedenimiz de bu. Sahne içinde yaşamalılar. Eğer hisleri gerçek değilse bunu gözlerinden anlayabilirsiniz. Herhangi bir durumun içindeyken kişinin gerçekten yaşadığını veya oynadığını hemen anlayabilirsiniz. Eğer birisi oynuyorsa, aniden sıkıcı, boş ve bir hiç haline geliyor. Bunu çöpe atabilirsiniz, o artık sahne değildir.
Senaryonuz oluyor ancak sonradan senaryoyu çöpe mi atıyorsunuz?
Hayır, senaryomuz yapımcılar ve bütçeye katkıda bulunacak kurumlar için var. Bu kadar. Ardından çekimlerin nerede yapılacağını araştırmaya başlıyoruz. Karakterler ve bazı diğer fikirlerle örtüşecek temel bir amacımız oluyor ancak kesinlikle gerçek hayata benzeyen bir yer bulmaya çalışıyoruz. Bundan dolayı, çekimlerin nerede yapılacağı son derece önemli oluyor. Uzun bir zaman –bazen bir yıl- oturup sadece insanları ve mekanı izleyerek filmi nasıl yapacağımızı düşünüyoruz. Sahneye nasıl başlayacağımızı, kamerayı nasıl düzenleyeceğimizi, sahneyi nasıl bitireceğimizi ve ardından nerede keseceğimizi bilmemiz gerekiyor. Bu her zaman kafamızda oluyor. Herhangi bir şeyi yazmıyoruz, sadece biliyoruz.
Ama senaryo yazımında size yardımcı olan bir isim var; László Krasznahorkai. Onun romanları üzerine senaryolarınızı oluşturuyorsunuz. Film tamamlanmış hale geldiğinde orijinal haline çok benziyor mu yoksa doğaçlama mı oluyor?
Her zaman bizim ne istediğimize göre değişiklik gösteriyor. Öncelikle, bir satir olan Satantango’yu aldık. Çok beğenmiştik. Onu film yapmak istiyorduk ancak o dönem Macaristan’ın içinde bulunduğu durumdan dolayı bunu yapmamız mümkün değildi. Ardından, Karhozat’ın da konusunun temelini oluşturan bir kadın şarkıcının hikayesi hakkında eski bir fikrim vardı. Senaryoyu onunla beraber oluşturduk. Bir yazar olarak daha öncesinde sürekli tek başına çalıştığı için ilk defa başkalarıyla çalışmış oldu. Sürekli gerçek hayattaki durumlar üzerine konuştuk ve çalıştık. Aynı bakış açısına sahiptik ancak onun kullandığı dil farklıydı. İyi bir yazar, çok iyi bir edebiyat bilgisine sahip ve iyi bir eğitim görmüş. Çok iyi bir dili vardı ancak filmler her zaman daha farklıdır.
Kárhozat (Damnation,1988) sonrasında Sátántangó (Satantango, 1994) yaptınız. Ardından, son filminiz Krasznahorkai’nin Az ellenállás melankóliája (The Melancholy of Resistance, 1989) romanından uyarlama Werckmeister harmóniák (Werckmeister Harmonies, 2000). Bir sonraki projeniz için son romanı olan Háború és háború (War and War) üzerinde mi çalışacaksınız?
Bir sonraki projemiz gerçekten farklı olacak.
Krasznahorkai ve onun çalışmalarından bağımsız mı olacak?
Hayır, birlikte çalışacağız ancak Georges Simenon’un bir hikayesine dayanıyor olacak. Senaryoyu birlikte yazdık ama bu her zaman farklı oluyor. Satantango’da bölümleri ve yapıyı korumuştuk ancak Werckmeister Harmonies’de farklı bir yapı oluşturduk ve pek çok şeyi de değiştirdik. Romanda olmayan bazı karakterlerimiz var. Öte yandan, romanda olup filmde yer almayacak karakterler de var. Bu her zaman farklı oluyor.
Bir yerde Pieter Bruegel’in resimlerine hayran olduğunuzu ve sizin çalışmalarınızla karşılaştırdığınızda onun resimlerinde sizin ulaşmaya çalıştığınız gösterişsiz dürüstlük olduğu için çalışmalarının ilgi çekici olduğunu söylemişsiniz. Kendi işlerinizin de sade olduğunu ifade ediyorsunuz ancak Bruegel’in ardından resimleriyle ilgili yapılan ahlaki yorumlar büyük ölçüde karmaşık değil miydi?
Şimdi bize daha yakınsınız, Bruegel gerçekten önemli ve harika. Onun resimlerinde pek çok insan olduğunu ve her birinin farklı yüze, bakışa ve kişiliğe sahip olduğunu görebilirsiniz. Belki resimlerde çok küçük olarak yer alabilirler ancak her biri kişiliğe sahip. Bu nedenle onu çok seviyoruz. Werckmeister Harmonies’de olduğu gibi kalabalıkta çekim yapacak olduğumuzda her zaman oradakilerin kişiliklerini gösterebilmek istiyoruz. Bizim için onlar sadece kalabalığın bir parçası değil.
Bu nedenle dürüstlüğe ve kişiliğin gerçekliğine ulaşmaya çalıştığınızı söyleyebilir miyiz?
İnsanlara, onların gerçek kişiliklerini göstermek film yapma nedenlerimizden bir tanesi.
Filmlerinizin sıklıkla doğaüstü olarak görülmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Doğaüstü veya herhangi bir felsefi teoriyi düşünmüyoruz çünkü film maddeseldir. Kamera kullanıyoruz ve sahneleri çekiyoruz. Eğer bir yazarsanız ve kağıdınız varsa bu masa hakkında pek çok şey yazabilirsiniz. Ancak bir yönetmenseniz sadece bu masayı gösterebilirsiniz. Ne tür bir masa olduğunu ve ne kadar ilgi çekici olduğunu görebilirsiniz ancak o hala sadece bir masadır. Bunun için neden birilerinin felsefi veya doğaüstü şeyler hakkında konuştuğunu anlayamıyorum. Hayır, bu doğru değil. Lütfen sadece filmi izleyin ve kalbinizin sesini dinleyin. Lütfen gözlerinize inanın, her şey çok açık ve çok sade. İzleyin. Bu önemli. Bunun üzerine çok fazla düşünmeyin. Eğer karmaşık hale getirmezse herkes anlayabilir. Sadece basit bir film. Çok ilkel bir dil.
Yazarımız Krasznahorkai film olarak adlandırdığımız bu ilkel dili anlayamıyor. Bu masa hakkında otuz sayfa yazabilir. Herkesin bir hayal dünyası vardır ve masayı hayal edebilir ancak ben size filmin ilkel diliyle masayı gösterirsem o zaman sadece masa olur.
Filmleriniz Macaristan’da nasıl karşılanıyor?
Sadece küçük bir azınlık takip ediyor. Her yerde aynı, genellikle sıradan sinemalarda gösteriliyor. Büyük sinemaların bir parçası değiliz.
Macar sinemasının kara koyunu olarak biliniyorsunuz. Bundan taviz vermiyorsunuz.
Sadece farklıyız, o kadar. Neden taviz verebilirsiniz? Uzun planlarımız, yakın planlarımız ve çok ciddi formlarımız var, taviz vermek imkansız.
Röportaj: Phil Ballard / Kinoeye
Çeviri: Erdem Korkmaz
Erdem, bu çeviriyle Bela Tarr’ın kendini ve sinemasını nasıl kurduğuna dair sözlerine bizi dikkat çektiğin için çok teşekkürler.
Tarr’ın kendini “gerçek bir yönetmen” görmemesinin çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. Sinema elbette yüz yılı aşkın süredir kendine oldukça yerleşmiş kodlar üretmiş bir medya aracı. Tarr’ın filmleri izlenir/izlenmez’den bağımsız olarak, film üretim sürecinin günden güne (i) senaryo atölyelerindeki kurallara göre yontulmuş; (ii) izleyici beğenilerindeki “doğru olduğu (neredeyse) bilimsel olarak ispatlanmış” teorilere göre biçimlenmiş; (iii) online film/dizi izleme sitelerinin veya odak grupların ölçtüğü (büyük) veriye (hangi sahnede durdurmuş, hangi sahneleri tekrar tekrar izlemiş, nerede gülmüş vb.) göre hesaplanmış yasalara tabi olduğu bir zamanda, böylesi auteur’lük çabaları “başka türlü bir film”in olasılığını ve örneklerini sunuyor. Tarr ve benzerlerine bu yüzden hayranım. Onları kendilerinden çok uzak veya çok yakın diğer sinemacılarla karşılaştırarak düşünmeyi, bağlamlar yerle yeksan olduğunda bu yüzden garipsiyorum.
Çelişkili düşüncemin kendisini değilleyen bir öte yanı da var. Senaryosunu, çekim sürecini, görüntü yönetmenliğini vb. süreçleri paylaştığı insanlara rağmen kendini başat yaratıcı veya son karar verici olarak görmesi, tüm bunların kendi yapmak istediği şey olması durumuna inanması… Neden kendisini Macar/Avrupa toplumunun/entelijansiyanın, belli bir sinema/sanat ilgisinin, sinema tarihinin (bundan hem etkilenerek, hem tepki vererek), tüm temsil sanatlarında tartışılan oyuncu ile ilişkilenme yöntemlerinin vb. diğer toplumsal süreçlerin etkilerinden soyutlayıp, şahsına böylesi bir biriciklik atfetme çabasında olduğunu aklım almıyor. Tek fikrim, büyük üreticilerin ve düşünürlerin, bizzat kendileri üzerine bazen yeterince düşünmedikleri. Zaten eleştirmen/söyleşen kişi bunları ustaca açık edebiliyor, onların önemi de burada bence, sanatçıyla söyleşiyi iyi yapan bu oluyor genelde.
Övdüm ve yerdim, rahat uyuyabilirim.