Wim Wenders Pina’da, Pina Bausch’un hayat hikâyesini anlatmıyor sadece; bir yandan da Bausch’un koreografilerini, enerjisini ve yaratıcılığını kapalı mekânlardan açık alanlara, günlük hayatın içine taşıyor. İşlek bir otoyolun kenarına, metro istasyonuna, yürüyen merdivenlere, parklara, yüzme havuzlarına ve akla gelebilecek daha pek çok alana Bausch’un ışığıyla yaklaşıyor ve sanatı, insanın varoluşunu ifade eden bir araca dönüştürüyor.
Wenders’in çektiği belgesel, kesinlikle Bausch’u anlatan dansçıların sözel ifadeleriyle şekillenen bir “konuşan kafalar” belgeseli değil. Bausch’un hayat felsefesini özümsemiş dansçıların hepsi aynı zamanda Bausch’un bir parçası olmuş durumdalar. Bausch’la aralarındaki özel iletişim sayesinde, danslarıyla Bausch’u perdede yeniden diriltiyorlar. Onun koreografisini canlandırmıyorlar sadece; Bausch’u da canlandırıyorlar. Bu, Bausch’un kendi yaşamından ve hayat felsefesinden kaynaklandığı kadar, Wenders’in onunla ilgili bir belgesel yapma fikrine yaklaşımıyla da alakalı tabii ki. Wenders de tıpkı diğer dansçılar gibi Bausch’u kendi süzgecinden geçirerek, kendi iç görüsüyle yeniden yansıtıyor. Bausch’u gündelik hayatın içine sızdırmayı, ondan bir parçayı alıp bir varoluş formuna dönüştürmeyi başarıyor. Bu açıdan bakıldığında, Pina bir belgeselin vaat ettiği gerçekliğin çok ötesinde metafizik bir düzleme oturuyor. Bausch’un inanılmaz yaratıcılığıyla icra ettiği sanatı, bizlere bambaşka bir ufuk açıyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com