Sinema her geçen gün sanat olmaktan uzaklaşarak, alınıp satılan ve tüketime sunulan bir meta olarak değer görüyor. Ticari filmler, alışveriş merkezlerine yerleşmiş konforlu sinema salonlarında izleyicilerle buluşurken, bağımsız filmler ya da “arthouse” olarak kabul edilen ve “sanatsal” kaygılar taşıyan görece daha düşük bütçeli ve alternatif bir sinema dili yakalamaya çalışan yapımlar ise ancak film festivallerinde kendilerine yer bulabiliyor.
Son yıllarda film festivallerinin de popülerleşmesi ve bir film alım-satım marketine dönüşmesi, “bağımsız” veyahut “alternatif” dediğimiz filmlerin de yaşama alanlarını iyiden iyiye sınırladı. Hem festivallerin gittikçe anaakım sinemaya hizmet etmesi hem de sinemanın anlamının değişime uğraması, küresel pazarın bir uzantısı hâline gelmesi farklı ülkelerden birbirinden ilginç filmleri keşfetmeyi de zorlaştırdı. Bu açıdan bakıldığında, Bilinmeyen Sinemalar Film Festivali sinemaseverlere hiçbir yerde rastlayamayacakları filmler sunarken, öte yanıyla da sinemanın dünyanın geri kalanında nasıl algılandığıyla ilgili zihin açıcı bir bakış açısı getiriyor.
Kupa
Festivalin ilk gününde gösterilen Butan ve Avustralya ortak yapımı Kupa (Phörpa, 1999) belki de bunun en güzel örneklerinden biri. Fransa’nın ev sahipliğini yaptığı 1998 Dünya Kupası maçlarını izlemek için yapmadık şey bırakmayan bir grup öğrencinin yaşadıklarını ekrana taşıyan film, bir yandan da sürgündeki Tibetli keşişleri, Budizmi ve teknolojinin değişimine ayak uydurmaya çalışan yerel kültürlerin dönüşüm sürecini –yer yer de hicivleştirerek- sıcak ve samimi bir dille aktarıyor. Sinemayı bir meta olmaktan öteye taşıyan, farklı coğrafyalardan farklı insanların hayatlarıyla hemhal olmamızı sağlayan ve bununla birlikte bizlere dünya düzeninin gidişatını da hatırlatan bu küçük, sade ama etkili film, basitliğinin yanı sıra Jean Vigo’dan beri süregelen bir geleneğe de selam durmayı ihmâl etmiyor.
Filmi izlerken, François Truffaut’un kısa filmi Yumurcaklar (Les Mistons, 1957)’ı düşünmemek neredeyse imkânsız. Truffaut kısa filminde, çocukların dünyasını sadece çocuklara özgü bir bakışla beyazperdeye taşırken, bunu çocukların gözünden ve hissiyatından yapıyordu. Belki de o kısa filmi özel kılan şeylerin başında, bu bakış açısı farklılığı geliyordu. Kupa’da da benzer bir farklılığa rastlamak mümkün. Film boyunca çocukların dünya kupası aracılığıyla yaşadıkları düzene yaklaşımları, yine kendi deneyimleri üzerinden anlam kazanıyor. Katı bir eğitim sisteminde yetişen çocukların düzene ve otoriteye karşı gelişleri bir futbol maçı aracılığıyla “hınzırca” ortaya konurken, son kertede çocukların içindeki masumiyete de vurgu yapılıyor. Manevi olarak çocukların bir eşiği aşmasına da atıfta bulunan filmin finali, belki de bu açıdan Vigo’nun asi çocuklarıyla Truffaut’un haşarı ama bir o kadar masum ve sempatik yumurcaklarını ortak bir paydada birleştiriyor.
Himalaya – Bir Şefin Çocukluğu
İngiltere, Fransa, İsviçre ve Nepal ortak yapımı Himalaya – Bir Şefin Çocukluğu (Himalaya – L’enfance d’un chef, 1999) ise, Kupa’daki naifliğin aksine oldukça gerçekçi bir üslupla bizleri Nepal’in Doplo bölgesindeki bir kervanın yolculuğuna götürüyor. Gerek hikâyesi gerekse de dramatik yapısıyla oldukça etkileyici bir sinema diline sahip olan filmde, fiziksel olarak katedilen mesafe aynı zamanda karakterler özelinde içsel bir değişimi de getiriyor; bununla birlikte yerel kültür, şaman geleneğine bağlılık ve şefin değişiminin kabile içindeki düzene etkisi son derece incelikli bir şekilde ele alınıyor.
Nacer Khemir’in ya da Ismaél Ferroukhi’nin filmlerinden aşağı kalır yanı olmayan Himalaya – Bir Şefin Çocukluğu, öte yandan da bizleri baştaki meseleye geri götürüyor ve sinemanın dünyanın en ücra köşelerinde bile neleri değiştirebileceğine dair önemli ipuçları taşıyor. Sinema kimileri için belki bir sanat, bir gereklilik, bir ihtiyaç, bir eğlence ve vakit geçirme aracı… ama bu iki film de gösteriyor ki; sinema, bütün bunların toplamından çok daha önemli bir şeye hizmet ediyor: Sinema, farklı coğrafyalardan farklı insanların hayatları üzerinden kendimize bakabilmeyi sağlıyor; “insan olma” temeli üzerinde din, dil ve ırk gözetmeksizin birbirimizin hayatına dokunabilmeyi, dönüştürebilmeyi sağlayarak, tek başına olmadığımızı hatırlatıyor. Manastırda eğitim gören ufak bir çocuğun her şeyden çok istediği Dünya Kupası finalini izlemeyi bırakıp, arkadaşının saatinin derdine düşmesi de, Nepal’deki bir kabilede şefin değişmesinin ne gibi sonuçlar doğurduğu da bu açıdan okunduğunda, insana dair, insanın farklı durumlarda benzer içsel hassasiyetlerle hareket ettiğini göstermesi bağlamında önem kazanıyor. Jean-Luc Godard’ın dediği gibi “saniyede 24 kare gerçek olan” bir sanat dalı, öte yanıyla da insana, insan üzerinden bakmayı da olanaklı kılıyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com