Politik sinemanın usta ismi Costa Gavras’ın oğlu Romanin Gavras’ın yönettiği ilk film olma özelliği taşıyan Notre jour viendra (Bizim de Günümüz Gelecek), Toronto, Stockholm, Selanik gibi festivallerde gösterilmiş ve farklı tepkiler almış bir yapım. Psikanalist olan Patrick, mesleğinden sıkıldığı, macera aradığı ve hali vaktinin yerinde olduğu belli bir adam. Rémy ise birbirinden şirret anne ve kızkardeşiyle yaşayan, tüm yaşamı boyunca çevresi tarafından dışlanmış, aşağılanmış bir genç. Bu ikilinin yolu bir gece vakti hiç de olağanüstü olmayan bir yerde kesişiyor: Yolda! Arabasıyla seyir halindeyken, kavga ettikten sonra evden kaçann Rémy’yi görüp arabasına alan Patrick, kısa sürede saf Rémy’nin dostluğunu kazanır. Ama aslında onu, kendi sıkıcı hayatını geride bırakmak için kullanacağı bir denek veya ona kolayca verebileceği yeni anarşist şeklin içine dahil olarak ruhunu özgür kılabileceği bir araç olarak seçmiştir. Bir önceki cümledeki “veya” bağlacının öncesi ve sonrası ya da her ikisi birden filmin anayolunu oluşturuyor. Böylece o anayoldan her an çıkmaya müsait bir yol filmi izlemeye başlıyoruz. İstikamet ise, yeni tanıştıkları bir grup gençle birlikte girdikleri büyük markette Rémy’nin gördüğü seyahat reklâmında yer alan İrlanda… Haliyle hepsi kızıl saçlı bir ailenin modellik yaptığı bir reklâm olduğundan, Patrick tarafından ırkçı yüklemelere maruz kalmış Rémy’nin kaçış için seçtiği en uygun yer de, içinde kendisi gibi kırmızı kafaların, bembeyaz tenlilerin yaşadığı bir şehir oluyor.
Patrick ve Rémy’nin teorik olarak varış noktası belli olan bu kaçışlarının pratiğe dökülmesinde yaşadıkları sıkıntılar (ki pratiğe dökülemeyeceğini her halinden biliyoruz), normal olmayışlarından kaynaklanıyor. Psikoloji eğitimi görmüş, mesleğini bu yönde icra ederek hayatını kazanan bir sosyopat ile, girdiği her ortamda şamar oğlanı olarak görülmüş bir kaybedenin kader birliği etmelerinin anormalliği, Gavras tarafından apar topar seyirciye yükleniyor. İki karakterin normalliği becerememiş veya tercih etmemiş olmalarının pek bir önemi kalmıyor. Irkçılıkla başlayan, ama bu sözde amaçlı yolculukta şekillenen farklı eğilimlerinin su yüzüne çıkması, hayata karşı çaresizliklerini daha da uçlara taşıyor. Irkçı nefretin bir süre sonra ırk gözetmeksizin insana olan nefrete dönüştüğü bu yolculuk, ırk, cinsiyet, kimlik arayışına evriliyor. Arap, Yahudi, goth, eşcinsel veya engelli olmanın toplum tarafından yaftalanan “öteki”liğine bile “öteki” olarak kalmış iki kişinin kendilerini şuursuzca özgür kılma girişimleri, anarşist meydan okumalar şeklinde kendini gösteriyor. Patrick ve Rémy ile birlikte, karanlık tarafa geçmiş bir Bukowski’nin elinden çıkmışa benzeyen skeçlerle doğaçlama bir yolculuğun izini sürüyoruz. Bu emprovizasyon, filmi ve ona hayat veren iki baş karakterini iyice tekinsiz hale getiriyor ama bir yandan da kışkırtıcı biçimde çekici kılıyor.
Özellikle bir oyun hamuru kadar şekillendirilmeye müsait Rémy’nin adım adım sona yaklaşan dönüşüm süreci, 10 yaşındaki bir çocuğun aşkı, cinselliği, eşcinselliği, bir baba ya da ağabey figürünü, ırkçılığı, adam öldürmeyi, kendisini aşağılamış insanlarla hesaplaşmayı keşfedişi gibi yansıtılmış ki, Gavras’ın acemiliği burada oldukça işe yaramış denebilir. Çünkü Rémy’yi analiz etmek, herhangi bir ergeni analiz etmek kadar kolay, öte yandan herhangi bir ezilmişi analiz etmek kadar da zor. Zira Patrick tarafından kolayca manipüle edilebilen Rémy, her ne kadar Patrick’in amaçsız bir deneği olarak görünse de, içindeki öfkenin dışavurumunun kontrolsüzlüğü tam da onun örselenmiş saflığını bireyselleştiriyor. Herkesin hayatından bir Barnabé Joubert veya Gaelle geçmiş olmayabilir. Fakat Rémy’nin hayatından geçmiş ve belki de zamanında kusulmayan o öfkenin açığa çıkabilmesi için Patrick gibi bir tetikleyiciye ihtiyaç var. Zaten Patrick, Rémy gibi çevresi tarafından hep hor görülmüş, insanlık dışı muamelelere maruz kalmış biri için her iki omuzda da bitmesi muhtemel bir melek/şeytan adeta.
Ne var ki ona da kusurlar yüklenmiş olması onu da bir insan yapıyor. O da insan olmanın ne kadar yoksun bir duygu olduğu fikrine şartlanmış, Rémy’yi kullanarak kendi kuralsızlığını nihilistçe yaşamak için bir tavşan deliği bulmuşçasına hayatının çürümüşlüğüne atlamış bir adam. Bu ikilinin bilinmeyene olan yolculuğunun nerede sonlanacağını bilememenin iştahıyla, kontrolden iyice çıkan bir final süreci ve beklenmedik biçimde hisli bir son hamle, filmi doğaçlama dengesizliğinden her şeye rağmen insanî bir dengeye taşımasını beceriyor bana göre. Bu da tüm eksik ve tuhaflıklarıyla Notre jour viendra’yı bitiminden sonra da aklımızda bir yere kadar oynatmayı sürdürebiliyor. O “bir yer” ise Patrick ve Rémy’nin belki de olmayı hayal edemeyecekleri kadar özel bir yer.
Artık bir kılından bile aktörlük sezilen Vincent Cassel, Patrick rolüyle kafasında ve yüzünde tek bir kıl kalmayınca bile ustalığını hissettiriyor. Genç Olivier Barthelemy ise Rémy’nin önce saflığı, sonra kontrolsüzlüğü üzerine sanki kendisi bir Rémy’ymiş kadar doğal bir kedere sahip. Bu iki oyuncudan yaratılan kimyayı en iyi şekilde değerlendirmeye çalışan Romanin Gavras, gençliğinin de verdiği yılgın enerjiyle film boyunca hoyratça altına girdiği kişilik/kimlik algılarını, epik sıfatının çok da “öteki” kalmayacağı duygusal bir finalle ifade ediyor. Fransa’ya Fransız kalmanın ağırlığını bir nebze de olsa evrensel boyutlara taşıyıp, ilk filmine yansıtabiliyor. Sanki gelecek filmleri için bundan daha fazlasını vaat ediyor.
Osman Danacı
odanac@gmail.com