Liverpool’lu iki çocukluk arkadaşı Fergus ve Frankie, 2004’te terhislerinden sonra çok yüksek bir maaş teklifini reddedemeyerek Irak’ta özel bir güvenlik firmasında çalışmaya başlarlar. Frankie 2007’de savaşta en tehlikeli bölgelerden biri olan, Bağdat Havaalanı’nı ABD ve İngiliz ana üslerinin bulunduğu Yeşil Bölge’ye bağlayan “Route Irish” adı verilen yolda öldürülünce Fergus, olayın basit bir tesadüften öte olduğunu düşünür ve hem öfke hem de intikam duygularıyla en iyi dostunu kaybetmesine neden olan bu cinayeti araştırmaya başlar.
İşçi sınıfının yılmaz bekçilerinden Ken Loach’un yeni filmi Route Irish, usta yönetmenin beraber çalıştığı senarist Paul Laverty’nin senaryosuyla bu defa farklı ve güncel bir politik tabanlı mesele üzerinden rotasını çizmiş bir yapım. Irak’ta konuşlanan paralı askerlerin “işçi”liği kanalıyla büyük ölçüde İngiliz hükümetinin Amerikan özentili Irak ve Ortadoğu siyasetini eleştirmeye soyunan film, tipik Loach – Laverty ortaklığı örneklerine yansıdığı üzere bireylerden genele ulaşma yöntemlerinden sıkça faydalanıyor. Büyük şirketler tarafından işe alınan, ancak bir süre sonra başına buyruk bir hâle gelerek tehlikeli olmaya başlayan bu askerlerin sebep olduğu bir katliamın ardındaki sır perdesini aralamaya çalışan Fergus sayesinde kazdıkça derinleşen bir komplonun izini sürüyoruz.
Aslında Loach’un ele alırken üzerine kendi politik bakışından pek çok şey koyabileceği bir film iken, bazı muhalif Hollywood avantürlerini anımsatan farklı bir tarzla pişirilmesi Route Irish’i bütünüyle bir Ken Loach filmi gibi göstermiyor denebilir. Buradaki “farklı” sıfatının, Loach filmleri sözkonusu olduğunda “klişe” sıfatıyla eşleşmesi de ilginç bir durum. Ustanın ses getirmiş önceki yapımları yanında biraz sönük kalması da bu yüzden. En yakın örneklerden Paul Greengrass filmi Green Zone, hatta alâkasız biçimde Christoffer Boe filmi Everything Will Be Fine’dan bile izler taşıyan, sistemin içinden çıkmasına rağmen, idealist ve vicdani ölçütleri kapitalist ya da militarist güçlere karşı bir tehdit unsuruna dönüşmüş bireylerin ikilemlerine bir de Ken Loach değinmiş o kadar. Ama gerek doğal anlatım yöntemleri, oyuncu ve sahne seçimleri, gerekse bazı mesajları iletme tercihleriyle Loach imzasından uzak sayılmaz.
Syriana’daki işkence sahnesinin etkileyiciliğine sahip bir başka etkileyici işkence sahnesi çektiğinizde, “yanlış terde, yanlış zamanda” gibi bir afiş mottosunu Amerikan biçimde filmin muhtelif yerlerine, sonra da en vurucu olacağı yer olan final hesaplaşmasına yerleştirdiğinizde, kamuoyuna yansıyıp olay olmuş Amerikan ve İngiliz askerlerinin zevk için zulüm ettiği gerçek arşiv görüntüleriyle hafıza tazelediğinizde birçok yönden amacınıza ulaşıyorsunuz zaten. Sadece buna benzer hamleler bizim için eski, Ken Loach için yeni olunca garipseyebiliyoruz. Özellikle Paul Laverty’nin son dönem muhalif Amerikan sinemasındaki bazı örneklerden etkilenmiş olduğu seziliyor ki, bunda yanlış bir şey yok elbette. Fakat biçimsel olarak Ken Loach’un da bu etkilenimleri kendi vizyonuna yedirmeye çalışması ortaya kötü olmayan, lâkin çok kaliteli örneklerle dolu Loach filmografisinde orta sıralarda kendine yer bulacak bir film ortaya çıkarıyor.
Osman Danacı
odanac@gmail.com