Abraham Lincoln suikastinden sonra, yedi adam ve bir kadın, başkanı, başkan yardımcısını ve içişleri bakanını öldürmek için komplo kurmak suçundan tutuklanır. Aralarındaki tek kadın Mary Surratt, tutuklular arasındaki tanınmış bir tiyatro oyuncusu olan John Wilkes Booth ve diğerlerinin buluşup eşzamanlı saldırıları hazırladıkları pansiyonun sahibidir. Üstelik oğlu John da bu grubun içindedir. İç Savaş’tan sağ kurtulmuş ve henüz yeni avukat çıkmış Frederick Aiken onu askeri mahkeme karşısında savunmayı başlangıçta gönülsüzce kabul etmişken, dava ilerledikçe müvekkilinin suçsuz olabileceğini fark eder.
Usta aktör Robert Redford, yönetmenliğini yaptığı 8. Filmi The Conspirator ile aynı zamanda usta bir yönetmen olduğunu da hatırlatıyor. Dört Oscar ödüllü Ordinary People, dört Oscar adaylı Quiz Show, En İyi Sinematografi Oscar’ı kazanan A River Runs Through It ve en son 2007’de çektiği Lions For Lambs gibi örneklerle kanıtladığı bu ustalık, yine de Amerikan sinemasının klâsik anlatım tarzından çok ayrı bir yerde durmuyor elbette. Özellikle Lions For Lambs ile 43. ABD başkanı Bush karşıtı politik duruşunu sivriltmesine, The Conspirator ile de savaş sonrası yargı süreçlerine eleştirel bir bakış atmasına rağmen, bu pozitif tavırlarını sinema sanatına aktarış biçiminde ne derece etkili ve farklı olduğu tartışılır bir yol izlemekte. Film, Abraham Lincoln suikastinin anatomisini gayet iyi çıkardığı gibi, dramatik anlamda bir sinema filminin gereklerini de yerine getiriyor genel olarak. Bunun yanında Lincoln’ün öldürülmesinin ardından işleyen yargı sürecinin adaletsizliğini, kurunun yanında yaşın da yanacağını öngöremeyecek kadar gözü kararmış üst makamların halkın yüreğini soğutmak için yapabileceklerini de yansıtıyor. Yalnız bunları yaparken bazı dezavantajların yarattığı sıkıntıları da taşımak durumunda.
Lincoln suikasti ve suçluların akıbetleri hakkında tarihi bilgiye sahip olanlar için filmi izlemek pek heyecan verici olmayabilir. Fakat bilmeyenler için de hakim, savcı, jüri ve tanıklardan kurulu kumpas neticesinde bu akıbetin nereye varacağını kestirmek sürpriz sayılmaz. Yine de davayla ilgili bazı detayların, içinde az da olsa adalet duygusu kalmışların bile nasıl ellerinin nasıl bağlandığına yönelik işlenişi filmi ilginç kılabiliyor. Mary Surratt’ı savunan çiçeği burnunda avukat Frederick Aiken’ın yaptığı cevval savunma hamleleri, oldu bittiye getirilmek ve bir an önce toplu idamlarla ulusu rahatlatmak adına sonuçlandırılmak istenen davanın rotası belli seyrini değiştirmeye çabalıyor. İşte bunun yapılması esnasında, kendisi de eski bir savaş kahramanı olan Aiken’in “sırf intikam almak için kutsal değerlerimizi feda ederek Mary Surratt’ın adaletsizliğe uğramasına müsaade etmeyelim, çünkü onları korumak için birçoğumuz canını verdi” benzeri içinde çelişki barındıran ifadeler kullanması eskilerin dayandığı yeni bir moda olma yolunda neredeyse. Robert Redford ile birlikte Clint Eastwood gibi oyuncu/yönetmen veteran sinemacıların Amerikalı değerleri fazlaca sakız etmelerinin, üstelik bunu adalet yanlısı muhalif bir tonla dile getirmelerinin önemli gedikleri olabiliyor.
Ulusumuz savaşıyor, savaşarak barış dağıtıyor, demokrasi, hak, adalet, hukuk getiriyor. Ama gerekirse kendi sistemini de acımasızca eleştiriyor. İçindeki çürük elmaları da ayıklamayı biliyor. Ayıklayamasa bile korkusuzca deşifre ediyor. Bu filmlerin genel anlayışı bu. Filmde sık sık dile getirilen vatana hizmet, ulusa hürmet söylemleriyle oynamak, onların çekilebileceği yönlerin farklılığına dikkat çekmek iyi bir şey. Fakat her şeyi en başından ele alırsak, bu Amerika neden savaşıyor? İşte safkan Amerikalı bu yönetmenlerin atladığı veya atlamadığı halde üzerine hakkıyla gidemediği en önemli sorulardan biri bu.
Savaş kahramanı baş karakteri, şimdi adalet arayan bir avukat, dedektif veya emekli bir aile babası. İyi de hangi savaşın kahramanı bu adam? Peki gerçekten kahraman mı? Savaşın kahramanı olur mu? The Conspirator, dürüstçe “biz hak, hukuk için o kadar kan döktük, ama Mary Surratt’i adil biçimde yargılayamadık” diyor. Bu söylemiyle ucu günümüze, Amerika dışında neredeyse tüm dünyaya uzanan bir adalet anlayışını tanıdıklaştırıyor. Ama kan döktüğü, en önemlisi de o kanı neler uğruna döktüğünün muhasebesini yapmayı fazla kafaya takmıyor. “Olan oldu, bir şekilde savaş çıktı, biz ondan sonra olanlara, ondan sonra gösterdiğimiz kahramanlıklara, adalet arayışımızda gösterdiğimiz gayretlere bakalım” diyor bir nevi. Yıllar sonra Mary Surratt’i aklıyor. Ama ülkeye hizmet adı altında dökülen kanları bir parça meşrulaştırarak. Bu sebepten, bazı genç yönetmen/senaristler, eskilerin romantik yaklaşımlarından farklı olarak daha sahici eleştirilerde bulunabiliyorlar.
Etkili oyuncu kadrosu, özellikle James McAvoy ve Robin Wright’ın adaylık kokan performanslarıyla filmi güçlü tutuyor. Bir dönem dramı olması sebebiyle gerekli tüm unsurlar, hatta mahkeme salonunun dar ve kasvetli ortamından, daha geniş plânlar içeren açık alan çekimlerine kadar hemen her şey yerli yerinde. Bu da Robert Redford’ın yılların tecrübesi sıfatını karşılıyor. Ancak Sundance Film Festivali gibi sinema dünyasının en tutkulu ve yenilikçi organizasyonlarından birinin kurucularından olan Redford’ın her iyi yönetmenin çekebileceği ve belki de bu yüzden “sıradan” durabilecek yapımların didaktik yönetmeni olarak anılmaya başlaması can sıkıcı.
Osman Danacı
odanac@gmail.com