New York’un en ünlü reklâm ajansının çapkın ve başarılı yöneticisi olan Eddie patronunun kızı Judy ile nişanlıdır. Eddie bir sabah özel sekreteri ve arkadaşı olan Angelina’nın, Judy’nin kardeşi olan Anthony tarafından tecavüze uğradığını öğrenir. Kendi kusursuz imajını korumak ve evlilik plânının tehlikeye girmemesi için mahkemede Anthony lehine yalan ifade vermek zorunda kalır.
Trajik bir tecavüz sonrası gelişen olaylar zincirinde sadakat, ihanet, adalet, intikam, vicdan, yalan kavramlarını cinayete kadar uzanan düzlemde ele almaya çalışan Alman yapımı bir film One Way… New York’ta Amerikan ağırlıklı bir kadroyla İngilizce çekilmiş olmasının da getirisiyle, kimi yerlerde İngiliz olmayanların hazırladığı İngilizce eğitim setlerindeki aksanlara benzer konuşmaları çağrıştırması, ayrıca özensiz sayılabilecek müzik kullanımı ile iticilik yaratabiliyor. Fakat masaya yatırdığı meseleleri ortalama ve üzeri seyirciye benimsetmekte neredeyse hiç sorun yaşamıyor. Entrikaları, iyi ve kötü karakterleri, dönüşleri, kırılmaları ve sürprizleriyle alışıldık dramatik gerilimlerden çok üstün bir yanı olmamasına rağmen, baştan sona saat gibi işleyen temposu ve dolaysız anlatımıyla konusundan ne bekleniyorsa hemen hepsini yerine getirmekte. Dolaysız anlatımdan, tecavüz, ihanet, cinayet kavramlarını elinden geldiği, dilinin döndüğü ölçüde sert davranmasını kastetmekteyim. Ambalajına rağmen belki de bu tavrıyla aslında Hollywood yapımlarından bir nebze ayrılıyor. En azından ciddiye alınmak istediğini beyan eder nitelikte. Ahlaki çapraz atışlarını, bir rahibeye yalan ifade verdirtmeye kadar ileri götürebilecek kadar insani hedeflere nişan aldığını söylemek gerek. Nişan almak ve vurmak ayrı şeyler bu arada. Elbette bırakalım vurmayı, nişan almaya bile tenezzül etmeyen onca yapım gördük. Yukarıda saydığım ağır kavramları anne, baba, evlat, kardeş, arkadaş, metres rolleriyle eşleştirme, bazılarına birden fazlasını yükleme yönünde bir kararlılık sergiliyor.
Ancak kağıt üzerinde başarılı olduğu bu dağılımı ete kemiğe büründüren oyuncu seçimi ile oyuncu yönetimi aynı başarıyı her zaman gösteremiyor. Fazla düz, boyutsuz ya da temsil ettiği değeri tam idrak edememiş, bir an çok iyi, bir an eğreti oyunculuklar izliyoruz. Fakat söz konusu değerler ve onların karakterlere pay edilmiş inişli çıkışlı senaryo görevleri çoğu kez oyuncuların performanslarının da önüne geçmiş. Mesela ihanet, yalan, vicdan gibi ağırlıkları sırtına yüklemiş Eddie karakteri, Til Schweiger ne kadar düz veya fazla yakışıklı da olsa, sınırları belli bir oyunculuk da gösterse bir şekilde ayakta kalabiliyor. Keza tecavüze uğrayan Angelina, tecavüz eden Anthony, ihanete uğrayan Judy için de aynı şeyleri söylemek mümkün. Kimi Ferzan Özpetek filmlerindeki sadece yakışıklı, sadece güzel, sadece şık ve bakımlı karakterlerden de bu yüzden farklı görünebiliyorlar gözümüze. Kısaca oyuncuları boyutlandıran şey oyuncuların kendisi değil, bu kritik konu başlıklarını oluşturan değerler ve onların işlenişi oluyor çoğu zaman.
Filmin dönüm noktalarında benimsediği üslup sert olunca, izleyenin adalet beklentisi, vicdan muhasebesi, intikam arzusu da keskinleşiyor. One Way işte bu keskin beklentileri yine o dolaysız tavrı ile bilemeyi beceriyor denebilir. Göze göz, dişe diş anlayışıyla yürekleyi soğutma yolunda ısrarlı. Sanatsal kaygılardan ziyade dramatik gidişatına uygun şekilde çizdiği rotasından da fazla şaşmadan orta yolu bulmuş finaline doğru ilerliyor. Oyunculuğu yanında yapımcı ve yönetmen olarak da çalışmalar yapan Til Schweiger, yönetmenliğini, yapımcılığını yaptığı, başrolünü üstlendiği çok beğendiğim Alman bandıralı romantik komedi Barfuss filmi ile aynı adı taşıyan yapımcılık şirketine çektirdiği One Way ile yine prodüksyon açısından temiz bir iş çıkarmış. Kendi adıma Hollywood’un sunduğu New York atmosferinden ziyade filmde daha Euro bir hava sezdiğimi de belirteyim. Fazla tanınmamış çekirdek kadro yanında Eric Roberts, Art Hindle, Ned Bellamy gibi gözden düşmüş aktörler ile birlikte kısa ve ilginç bir rolde devasa insan Michael Clarke Duncan’ı da izlemek mümkün. Artıları eksileriyle One Way, fırsat verildiğinde pek bir şey kazandırmadığı gibi kaybettirmeyecek, yaşattığı ikilemleri sıkmadan ve sonunu görmek isteyecek biçimde elden geçirmış bir film. Sinemaya taze bir kan sağlamamış da olsa, tecavüze uğramış bir kadının “kendimi yine sevmek istiyorum” seslenişine uygun bir zemin hazırlayabildiği için bile boş beleş bir film sayılmaz.
Osman Danacı
odanac@gmail.com