Almanya’da sıklıkla Jean-Luc Godard’la karşılaştırılan ve Oberhausen Manifestosu’nun bayraktarlığını yapan Alexander Kluge, şüphesiz Alman sinemasının akışını değiştirdiği gibi dünya sinemasına da önemli bir katkı yaptı. “Babalarımızın sineması öldü.” diyerek Yeni Alman Sineması’nın doğuşunu müjdeleyen Oberhausen Manifestosu, bu manifestonun altına imza atan yönetmenlerin yapmış oldukları filmler aracılığıyla sinema üzerinden Doğu ve Batı diye ikiye ayrılan Almanya’yı tarihi, siyasi, sosyolojik ve kültürel olarak yeniden yorumlamaya çalışır. 2. Dünya Savaşı’nın “kara lekesi” unutulmaya ve görmezden gelinmeye çalışılırken, Doğu ve Batı Almanya ayrılığı kabullenilmişken; Kluge ve arkadaşları çekmiş oldukları kısa ve uzun metrajlı filmlerle ülkede yolunda gitmeyen meselelere dikkat çeker. Ülkenin bölünmüşlüğünün ve kolektif bellekte yaşanan şokun bireyler üzerindeki etkilerine vurgu yapar.
Fransız Yeni Dalgası ve İngiliz Özgür Sineması gibi yeni akımlar Avrupa’da ses getirirken; Yeni Alman Sineması çağdaşı akımlardan farklı olarak Almanya’yı psikanalitik bir bakış açısıyla sorgulamaya başlar. Oberhausen Manifestosu’nun ilk büyük ve dikkat çekici filmi de Alexander Kluge’nin yönettiği Düne Veda (Abschied von Gestern – Anita G., 1966) olur. 1966 yılında geçen hikâye, Batı Almanya’da hayata tutunmaya çalışan Leipzig’li bir Yahudi olan Anita G.’nin başından geçenleri anlatır. Film, düzmece bir suçlama yüzünden düzmece bir mahkemede suçlu bulunan Anita G.’nin devlet otoritesi tarafından ezilmesiyle başlar. Film boyunca Anita G.’nin başından geçen her olay aslında bir düzmeceden ibarettir. Yönetmen Kluge, Anita G.’nin yaşadıkları üzerinden Almanya’yı sorgular ve onun arşınladığı sokaklarda seyircileri de Almanya’da bir gezintiye çıkarır. Anita G. ne Doğu Almanya’ya ne de Batı Almanya’ya aittir. Batı Almanya’da yaşantısını sürdürürken, araya giren çocukluk anıları onu yeniden Doğu’ya götürür. Anita G.’nin geçmişi ve anıları ekrana geldikçe, seyirciler de onunla birlikte Anita G.’nin köklerine; yani Nazi dönemi Almanyasına gitmek zorunda kalır. Ama hakim ısrarla, Anita G.’nin 1960 öncesindeki anılarını anlatmasına izin vermez. O dönemlerin hatırlatılmasına müsaade etmez.
Savaş sonrası dönemde anti-faşist bir yapılanma süreci oluşmadığı için pek çok eski Nazi üyesinin ülkede önemli yerlere geldiği bilinmektedir. Sekansta, hakimin geçmişini ve geçmişteki siyasi görüşünü bilmesek de, Almanya’nın Nazi geçmişiyle yüzleşmekten kaçınan ve bu kaçınma yüzünden anti-faşist bir yapılanma içine giremeyen yeni düzenin sorgulandığını anlarız. Ama film süresince sık sık Anita G. anılarına geri dönüş yaparak, seyircileri ısrarla geçmişe götürür. Unutulmaya çalışılan bir tarihin ve geçmişin anlatıcısı olur.
Alexander Kluge Nazi döneminde ve ülkenin ulusal kimliğinde önemli yeri olan imgeleri göstererek ve ısrarla yapı bozumcu bir şekilde bunların altını oyarak ülkesinin geçmişini irdelerken; bir yandan da ülkeyi büyük bir hızla hegemonyası altına alan kapitalizmi merceğine alır. Frankfurt Okulu geleneğinden gelen Kluge, özellikle yine bu okulun temsilcilerinden olan Herbert Marcuse’nin kapitalizme getirdiği eleştirilerden beslenir. Marcuse’nin belirttiği gibi; “her şeyin tektipleştirilmesi” ve bunun sonucunda “bireyin de tek boyutlu bırakılışı” Kluge’un filminde de göze çarpar. Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno’nun kaleme aldığı Aydınlanmanın Diyalektiği’nde de yazdığı gibi; “kültür her şeyi birbirine benzetmektedir.” Savaşın yıkıntıları büyük şehirlerde temizlenerek, yerlerine son teknolojiye ve mimari gelişmelere uygun binalar dikilirken; Horkheimer’in tabiriyle “anıtsal ve can sıkıcı” bir kent görüntüsü de yaşanan kültürel değişimin arka planını oluşturur. Can sıkıcı ve kasvetli kentlerde, hücre benzeri konutlarda yaşayan bireylerin sıkışmışlığı Kluge’nin Anita G.’sinin kaldığı izbe otel köşelerinde seyircilerle paylaşılır.
Leipzig’li bir Yahudi genç kızın Batı Almanya’da hayata tutunması kolay değildir. Evsiz ve işsiz Anita G. bu yüzden otel otel dolaşmaktadır. Yaşamaya çalıştığı şehrin ve bu şehirde kaldığı otellerin ürkütücülüğü, karşılaştığı insanların ürkütücülüğüyle örtüşür. Bu tanımadığı ve çevresini tümüyle saran ürkütücü dünyada yapayalnız dolanan ve hayata bir şekilde tutunmaya çalışan Anita G.’nin korkusu da gün geçtikçe artmaya başlar. Filmin sonlarına doğru artık bu korku ve tedirginlik iyice baskınlaşır. Gecenin karanlığında siyahlar içinde herkesten ve her şeyden kaçan Anita G.’nin yalnızca pardesüsünün gizleyemediği bacakları görünür. Kluge’yle birlikte bizler de araba lambalarının loş ışığı eşliğinde Anita G.’yi hızla kaçışırken görürüz. Karakterin o ana gelene kadar yaşadıklarını ve onun temsil ettiği değerleri düşündüğümüzdeyse; bu kara filmleri aratmayan sekansın aslında farklı bir anlamı olduğunu kavrarız. İnsanın Sılası’nda Elias Canetti, insanın bu kaçışını şöyle özetler: “…Ansızın kendini tanımadığı, hiçbir yerden gelmemiş bir şey karşısında bulduğunda, korkar ve sendeler: İşte bu bulduğu kendi özüdür.” Anita G. bir anlamda Almanya’nın geçmişine doğru yapılan bir yolculuğun pusulasıdır ve bu pusula bizleri yitirilmiş ya da kaybolmuş bir öze götürür. Kluge, Anita G.’nin kaçışından sonra onu bir hapishanenin içinde resmeder. Merkeze aldığı karakterinin etrafını 360 derecelik bir açıyla dolaşan kamera bizlere Anita G.’nin etrafını saran kalın duvarları gösterir. Ve ardından seyircilerin de o kalın duvarların örülmesinde isteyerek ya da istemeyerek de olsa parmağı olduğunu hatırlatır.
Anita G.’nin iki Almanya arasında sıkışıp kalması, bir kimliğinin olmaması ve acıma, affetme, yeniden hayata başlama gibi dönemlerden geçmesi boşuna değildir. Kluge, Anita G. üzerinden seyircileri de psikanalitik bir sorgulama sürecine çağırır. Kluge’nin da belirttiği gibi, olup biteni sessizce izleyen de suçsuz değildir! Kluge, film boyunca Anita G. karakterinin yaşantısını bütünlüklü bir şekilde vermez. Karakterinin yaşadıklarından çok, karşılaştığı durumlar onun için önemlidir. Belgesel ve kurmacanın birlikteliğinden aldığı güçle, Anita G.’nin Almanya’daki gezintisi seyirci için bir bilinçlenme sürecine dönüşür. Film süresince Anita G. ile çıktığımız yolculuk aslında hiç görmediğimiz ama içinde yaşadığımız kente yapılan bir yolculuktur. Onunla birlikte bizler de Almanya sokaklarında dolaşır, kimliksiz biri olmanın nasıl bir his olduğunu duyumsar, yabancılaşmayı ve sıkışmışlığı hisseder ve son kertede izleyici olarak kalmanın da aslında bir bedeli olduğunun farkına varırız. Kluge, Anita G.’ye Jean Baudrillard’ın “ayna”sına yüklediği işlevin bir benzerini yükler. Amerika kitabında, “bu aynada görünen şeyler göründüklerinden daha yakın olabilir” diyen Baudrillard gibi, Kluge da Düne Veda’da seyircilere gördükleri şeylerin aslında ne kadar yakın olduğunu vurgular.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com