Ana sayfa 2010'lar 2011 Drive

Drive

1424
0


Gündüzlerini kendine çeşitli işler ayarlayan Shannon’ın (Bryan Cranston) tamirhanesi ile aksiyon filmleri dublörlüğü yaptığı setler arasında geçiren, geceleri ise yine Shannon’ın önayak olduğu bazı soygunlarda şoförlük yapan isimsiz sürücünün (Ryan Gosling), tek çocuğuyla yaşayan güzel komşusu Irene (Carey Mulligan) ile olan isimsiz ilişkisini izlediğimiz Drive, James Sallis’in kitabından İranlı senarist Hossein Amini’nin senaryosunu yazdığı, Cannes’da En İyi Yönetmen ödülü kazanan Danimarkalı Nicolas Winding Refn’in yönettiği başarılı bir suç dramı. Bu isimsiz ilişkinin içine Irene’in hapisten çıkan başı belâdaki kocası Standart ve onu borcuna karşılık soygun yapmaya zorlayan mafya girince bir suç filmi için gereken tüm malzeme hazır hale geliyor. Müthiş Pusher üçlemesinin ardından Bronson gibi sert ve stilize bir film ile yönetmenlik becerisini ülkesi dışına taşıyan Refn, Drive ile şimdi de Amerika’yı keşfe çıkıyor.

Amerika’yı keşif benzetmesi boşuna değil. Anlatım olarak o dili konuşmak adına şık bir 80’ler, Tarantino, Scorsese, western, neo-noir kolajı meydana getiriyor. Bu kolaj parçacıklarının eğreti durmaması için karışık olmayan, hatta mümkün olduğunca basit bir suç öyküsüne ve kıvrak yönetmenlik becerilerine ihtiyaç doğuyor. Böylece Refn’in Pusher sonrası tarz arayışında özellikle Bronson ile kazandığı ivme Drive ile son şeklini almış görünüyor. Drive’ın hikâyesi üzerine söylenecek, karakterler ve aldıkları pozisyonlar üzerine derinlemesine analizlerde bulunulabilecek gerçekten pek fazla şey yok. Olay akışı sürprizsiz. Çünkü sözü edilen ve edilmeyen birtakım geleneklerin bir araya getirilmesinden sonra Refn’in kendi tercihleri sonucu bu basit hikâyeyi dramatize edişindeki stil becerisi, gözalıcı oyuncu kadrosu ve şahane müzikleri filmin konu ve senaryo basitliğinin çok önünde seyrediyor. Tüm bu artılar yanında bir de orijinal hikâye beklentisi fazla lüks kaçmıyor aslında. Zira eldeki malzemelerin kalitesine ve o kalitenin işleniş biçimine rağmen sofradan doymadan kalkmış gibi hissedebiliyorsunuz.

Drive benim izlediğim beşinci Nicolas Winding Refn filmi. Henüz izlemediklerimi bilemeyeceğim ama kendisinin Drive’a gelene kadarki anti kahraman yaratmada veya yaratılmış olanı perdeye aktarmadaki ustalığı uzun uzun tartışılabilir nitelikte. Pusher üçlemesinin üç baş karakterlerini oluşturan Frank, Tonny, Milo ve İngiltere yapımı Bronson’da ise Michael Peterson bu Refn filmlerinin hemen her sahnesinde nefes kesiyorlardı. Seyirciyi o bedene hapseden öfkeleri, hataları ve diken üstündeki ruh halleri filmin geri kalan her şeyini ikinci ve sonrası plânlara atıyordu. Drive’daki isimsiz sürücü de görünüş olarak Refn’in bu vizyonuna yakın bir potansiyel barındırıyor. Etrafındaki suç çemberinin giderek daralması ve finale doğru bu çemberin patlaması elbette beklenen bir şey. Ama sözünü ettiğim dört Refn filmindeki “finalsiz” tavrın kazandırdığı Avrupai gizem, Drive’da yerini “finalli” (her ne kadar öyle gözükmese de!) bir Amerikan sonuna bırakıyor. Sürücünün geçmişi hakkında bilgilendirilmiyoruz. Ama gerek yüz ifadesinden, gerek vücut dilinden, gerekse Irene ve çocuğunu sahipleniş biçiminden mutlaka kayda değer şeyler yaşadığı çıkarımında bulunabileceğimiz bir iklim yaratıyor Refn. Ne var ki bu iklim filmin selâmeti için yeterli midir o da tartışılır.


Benim izlediğim Nicolas Winding Refn filmlerindeki suç batağına saplanmış karakterlerin ortak özelliklerinden biri de bencil oluşlarıdır. Yaptıkları ve yapacaklarının kendi paçalarını bir şekilde kurtarmak olduğunu anlarız. Elbette hepsi daha iyi bir hayatı arzularlar. Ama bunun için donanımlı değillerdir. Sistemle, kanunlarla, kadınlarla nasıl geçineceklerini bilemezler. Karizmatik yanları vardır ama çoğu zaman sevimsizdirler. Oysa bizim sürücümüz bu özellikleri pek taşımaz. Sanki iyi eğitim görmüş bir ajan eskisi gibi kötülüklere karşı hazırlıklıdır. Sevdiği dostu ve patronu Shannon’ın ayarladığı bazı soygunlarda rol almıştır ama bu soygunlarda araba sürmek dışında uyuşturucu kullanmak, alıp satmak, adam öldürmek, kadın dövmek gibi (Blanche’a attığı tokadı saymazsak) bir kötülüğü yoktur. Üstelik Irene ile oğluna karşı sevecen ve korumacı davranır. Hatta bu durumu daha da ileri götürerek Irene’in işe yaramaz kocası Standart’ın mafyaya borcunu ödemesi için zorlandığı soyguna şoför bile olur.

Burada Refn’in tipik Amerikan sahipleniciliğine haiz gizemli, yakışıklı, fedakâr iyi adamını görürüz. Aslında şahsen pek de görmek istemediğim, çünkü benzerlerini Amerikan sembolü olmuş pek çok kişiden defalarca gördüğüm için görmek istemediğim bir kahraman ortaya çıkmış. Refn gibi özgün bir yönetmenin Avrupa dışına çıktığında baş karakterine ve onun içinde yer aldığı filmine fazladan Transporter, Pulp Fiction, Goodfellas vs. eklemeleri ya da kısa omuz atışları yapacağına pek ihtimal vermiyorsunuz. Göze sokulan akrep olgusu, kendi gecesine dublör olmuş bir adamın, gündüzleri dublörlük yapıyor olması, hoşlandığı kadının gönlünü adım adım fethetmesi pek orijinal hamleler sayılmaz. Herşeye rağmen Drive kendine ruh sağlamayı bilen bir film. Birini çekiçle tehdit ederken şaşırtıcı biçimde tuhaf bir kabare ambiyansı yaratan, bir kavga sahnesinde sadece yere düşen gölgeleri izleten, asansör sahnesinde etkileyici bir romantizm zirvesinden koruma içgüsünün vahşiliğine dönen ve başka fikirlerini düz biçimde çekmemeye özen gösteren Refn, içeriği çok güçlü olmayan filmini bu tip kestirme yollarla kendine bağlamasını biliyor.

Ryan Gosling ve Carey Mulligan gibi ışığı olan iki oyuncunun çarpıcı kimyası filme yansısa da, Gosling’in karakterini iyi özümsemiş naif, gizemli, heyecanlı ve öfkeli ruh hallerini aktarma becerisi yanında Mulligan’ın hemen her sahnesinde yüzündeki gülümseme ifadesinin de yarattığı vasatlık seziliyor. Filmin performans olarak en fazla yükseldiği anlar ise Breaking Bad ile üç Emmy ödülü kazanmış Bryan Cranston ve tecrübeli aktör ve yazar Albert Brooks’un sahneleri oluyor genelde. Kötü adamlığı kendine yakıştıran usta oyuncu Ron Perlman, 2013 yılındaki Coen kardeşlerin Inside Llewyn Davis projesinde başrol şansı yakalayarak gelecekte adından daha fazla söz ettirecek Guatemala kökenli Oscar Isaac ve filmdeki fonksiyonu bir türlü anlaşılmayan Christina Hendricks filmin künyesindeki diğer isimler. Bir diğer başrol ise filmin atmosfer yaratan sahnelerinin gücüne güç katan, hatta bazen o sahnelerin önüne geçip kendi atmosferini kendi yaratan müzikleriyle Cliff Martinez. Sonuç olarak Drive belki Nicolas Winding Refn’in en iyi filmi sayılmaz. Ama Avrupalı bir yönetmen olarak örneklerini sıkça gördüğümüz diğer Avrupalı yönetmenlerin Amerika’da yaşadığı hüsranı yaşamayacağı, yeteneğini çok fazla sorgulatmayacağı iyi bir film çekmiş diyebiliriz.

Osman Danacı
odanac@gmail.com

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here