Nuri Bilge Ceylan, Türk Sineması içerisindeki tartışmasız en başarılı yönetmenlerden birisi. Diyalogsuz çektiği, kısa metrajlı ilk filmi Koza ile Cannes festival seçkisine katılma başarısı gösteren Ceylan; ardından siyah beyaz Kasaba’yı, lirik bir sinema örneği olan Mayıs Sıkıntısı’nı ve sonrasında kendisine Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü getiren 2003 yapımı Uzak filmini çekti. Bu ilk dönemin konusu genel anlamda taşra idi. Taşranın kendisi, taşrada yaşam, taşradan ‘uzak’laşma ve taşraya dönüş bu filmlerin ortak meseleleriydi. Daha sonra 2006’da İklimler geldi. Bu kez İstanbullu -entelektüel olarak adlandırılabilecek- bir çiftin arasında 3 mevsim boyunca süren “sorunlu” ilişki anlatılıyordu. İklimler’ in kahramanı İsa bir önceki filmlerde gördüğümüz “taşradan çıkmış sanatçı” karakterleri ile uyuşuyordu bir anlamda. Zaten yaz tatili, ayrılık sonrası kafa dinleme gibi sebeplerle de karakterler taşraya dönüyorlar ve taşra da böylece filmde kendine bir yer bulabiliyordu. Uzun genel planlar ve Nuri Bilge Ceylan sinemasının temel özelliği “dinginlik” bu filme de hâkimdi. Ne var ki; önceki filmlerden ayrı bir yerdeydi İklimler, taşra daha geri planda idi, yine amatör oyuncular bu kez yönetmenin bizzat kendisi ve eşi tarafından canlandırılıyordu ve de değişik görsel/kurgusal deneylere girişiliyordu. İlk filmleri bir üçleme olarak nitelendirebiliyor iken İklimler’ i onlara eklemlendirmekte güçlük yaşıyorduk. Ve ardından 3 Maymun geldi…
3 Maymun; yönetmenin filmografisinde -belki tam anlamıyla değil ama- bir kopuş, bir kırılma, bir zemin kaymasını işaret ediyor. Film; evvela anlatıya konu olan zemin, karakterler, hikâyeyi anlatma biçimi ve oluşturulan görsel dil yönünden bir ayrılışın izlerini taşıyor. Bu ayrılışın izlerini daha açık bir biçimde sürebilmemiz için 3 temel üzerinden değerlendirme yapılması gerekiyor.
Merkezdeki Çevre, Şehirdeki Taşra
Nuri Bilge Ceylan sinemasının temel sorunsalı olan insan ilişkileri ve bu ilişkilerdeki ‘uzak’laşma/yabancılaşma temel mesele olarak kalsa da; önceki filmlerde birbirinden kültürel/manevi yönden ayrılan/uzaklaşan karakterler, birbirleriyle iletişim kurmakta güçlük yaşarken; Üç Maymun’da böyle bir şey görülmüyor. Bunun yerine bir ailenin bireylerinin birbirine uzaklaşması/ birbirinden kopması hikâyesi anlatılıyor –başlıktaki “kopuş”u da bu açıdan okumak gerekiyor; hem bir ailenin “kopuş”u, hem de yönetmenin filmografisindeki “kopuş” olarak-, yani bu “kopuş hikâyesi” nin kendisine odaklanılıyor, önceki filmlerde olduğu gibi zaten var olan bir uzaklığa değil. Yani bir anlamda Nuri Bilge Ceylan, hikayeye bir adım daha geriye çekilerek bakıyor.
Yönetmenin önceki filmlerinde olduğu gibi, anlatı “taşra” zemini üzerinden kurulmuyor Üç Maymun’da. Büyük şehrin(İstanbul) dış mahallerinden birinde yaşayan ve Eyüp adındaki baba karakterinin (Yavuz Bingöl); patronunun sebep olduğu bir kazada suçu üzerine almasıyla ailenin içine sürüklendiği dramatik hikâye anlatılıyor. Filmde gördüğümüz bu “zemin kayması” bir anlamda Türkiye’de yaşana gelen zemin kayması ile de örtüşüyor bana sorarsanız. Şerif Mardin’in ortaya attığı taşrayı çevreye, büyük şehri merkeze alan Çevre-merkez kuramı Hasan Bülent Kahraman’ın da belirttiği gibi şu anki sosyal gerçekliği açıklamakta kimi yetersizlikler barındırıyor. Kahraman’ın ortaya attığı kuram ise çevredeki-merkez ve merkezdeki-çevre tespitleriyle destekleniyor. Taşra burjuvazisinin yaşamını sürdürdüğü çevre içerisinde bir “merkez” oluştuğunu, İstanbul gibi büyük şehir merkezlerinde ise taşra yaşantısının sürdürüldüğü “çevre”lerin var olduğunu belirtiyor Kahraman. İşte filmde gördüğümüz kenar mahalle bu açıdan merkezdeki çevreyi yani şehirdeki taşrayı gösteriyor. Bu anlamda “kopuş” tan ziyade bir ilerleme/değişim/dönüşüm olarak da okunabilir bu zemin kayması. Ayrıca; filmde ortaya çıkan sorunları bir alt gruba/sosyal sınıfa ait bireylere aktarma veya suçun onlar tarafından üstlenilmesini sağlama girişimi de filmi sosyal/sınıfsal açıdan okuma çabamızı destekler nitelikte. Bu değişimler bazı sonuçları da beraberinde getiriyor haliyle. Mesela NBC sinemasında bir varoş ailenin dramına tanık oluyoruz ilk kez. Karakterler oturup uzun uzun televizyon izleyebiliyor, adam öldürüp hapse girebiliyor, düğünlerde halay çekebiliyor ya da birbirlerine vurabiliyorlar. Bir yandan da bu değişim aslında filmi bizim anlatı geleneğimize –Türk Sineması ya da Doğu anlatım geleneği diye düşünülebilir- yönetmenin diğer filmlerinden biraz daha fazla yaklaştırıyor bence. Bize ait olan hikâye Batı’daki örnekleri denli güçlü bir görsel dille ortaya konulunca sonuç olarak film de daha geniş bir kitleden daha fazla övgü/beğeni ile karşılanıyor.
Yönetmen Üslubu
Üslup açısından ele aldığımızda yine benzer bir değişim göze çarpıyor. Tabi şu açıdan da bakmak gerekiyor: daha öncesinde Cannes’da Jüri Özel Ödülü’nü kazanan Nuri Bilge Ceylan, bu kez neden/nasıl “En iyi yönetmen” ödülünü kazanmıştır? Bana sorarsanız cevap; Ceylan’ın Üç Maymun’ da bu kez yönetmenlik anlamında farklı bir üslup ortaya koyduğudur. Herkesin anlatabileceği –ve belki de kendisine biraz uzak olan- bir hikâyeyi, herkesin anlatamayacağı bir ustalıkla/görsel dille anlatabilmiş, dolayısıyla “yönetmen” kimliği, anlatıcı/tanık kimliğinin önüne geçmiştir. Ana hatlarıyla hikâye anlatımında daha bir iyileşme, diyalogların önceki filmlerinden daha “gerçekçi” bir hüviyete bürünmesi ve oyunculukların “profesyonel”leşmesi dikkat çekicidir – bu noktada senaryo konusunda beraber çalıştıkları ve aynı zamanda müthiş bir oyunculuk çıkaran Ercan Kesal’ı da tebrik etmek gerekiyor-. Sinemasının tipik özelliği olan uzun genel planlar süre olarak kısalırken yakın plan çekimlere de yer açması Üç Maymun’un diğer filmlere nazaran daha akıcı/ritmik bir yapıda olmasını sağlamış ayrıca.
“Gösteri Toplumu”
Biçimsel olarak filmi incelediğimizde –İklimler’ i ayrı tutuyorum – önceki filmlerde doğallığın görsel anlamda büyüleyiciliği ya da sadeliğin zarafeti, duruluğun kutsanması daha başat bir özellikken Üç Maymun’ da “görselliğin kendisinin” – estetizasyon şeklinde de okunabilir- daha fazla öne çıktığını görüyoruz. Bir açıdan –doğal olarak var olmayan- bir estetizasyon çabası eleştirilebilir elbette, ne var ki ortaya görsel anlamda hayli güçlü/iddialı bir film çıktığı da inkâr edilemez. Daha önce bahsettiğimiz yakın plan yüz çekimlerini biçimsel anlamda bir yenilik olarak da değerlendirmemiz – hatta biraz ileri giderek Nuri Bilge Ceylan’ın doğa fotoğrafçılığından portre fotoğrafçılığına geçtiğini iddia etmek bile- mümkün. Bahsedilmesi gereken bir diğer unsur da filmde yaratılan atmosfer. “Taşra üçlemesi” nden aşina olduğumuz sıkıcı/boğucu atmosfer bu kez yine boğucu –farklı bir anlamda- ancak şehre özgü karanlık/klostrofobik bir dünyaya bırakıyor yerini. Tabi burada marifetin ışık kullanımından ziyade filmin dijital olarak çekilmesinin de yardımıyla “kurgu masası hüneri” olduğunu belirtelim.
Son olarak da filmdeki “ses”e kulak vermek gerekiyor. Sahnelerdeki ses geçişi/kurgusu bir yana; Hacer (Hatice Aslan)’in Servet(Ercan Kesal) ‘in arabasına bindiği sahnede iç ses ve ağızdan dökülenleri ustaca ayırması; tren seslerinin –elbette trenin kendisinin varlığı da- duyulmaması gereken/gizli kapaklı işler çevrildiği sahnelerde kullanılması; ezan sesinin suçluluk hissiyle bağlantılanması da–İsmail (Ahmet Rıfat Şungar) ‘in annesi Hacer’ e el kaldırdığı sahne gibi- sinemada ses kullanımı açısından ülkemizde ders niteliğinde kullanılabilir kanımca.
Filme Dair Son Birkaç Söz
Yazının en başında söylediklerimize geri dönecek olursak; Üç Maymun kısaca “mış gibi yapmanın filmi”. “Gördüklerimiz/duyduklarımız/bildiklerimiz bizi dehşete düşürecek şeyler ise; bunları görme-miş, duyma-mış, bilmiyor-muş gibi yaparak yolumuza devam edebilir miyiz?”in filmi evet. Peki, bundan sonra Nuri Bilge Ceylan nasıl bir film yapacak sorusuna olası bir cevap düşünmek açısından filmin final bölümüne doğru yer alan “3 Maymun” sahnesine bakmak gerekiyor diye düşünüyorum.
Film “sıkıntılı” bir film evet ama aynı zamanda bir “gerilim” filmi. Öyle karşınıza -böhhh- diye çıkan gerilim filmlerinden değil elbette; Hitchcockvari bir tarz ile gerilimin yavaş yavaş yükseldiği ve sonlara doğru seyirci olarak sizi rahat rahat yerinizde oturamayacak konuma getiren bir gerilim filmi. (Bu noktadan hareketle; sizi bilmem ama ben Nuri Bilge’den bir gerilim filminin gelebileceği tahmininde bulunuyorum).
Filmin bizleri bu denli “sarması” ve sürüklemesinin hikâyeden, oyunculuklardan, oluşturulan görsel atmosferden kaynaklandığı kuşkusuz. Ancak sözünü ettiğim sahne daha bir sıkıntılı/gergin. Neden? İlk olarak seyirci filmin son bölümüne yaklaştığının bilincinde, olayın nasıl çözümleneceği konusunda son derece kritik bir sahne bu. Öte yandan –Acaba birbirlerine bütün bu olanları itiraf edecekler mi?- merakı da bizi rahat bırakmıyor. En önemlisi ise tüm bu olanları seyirci olarak bizler görüyor, duyuyor ve de biliyoruz – hatta karakterlerin birbirlerine ait bildiklerinden daha fazlasını-. Dolayısıyla bu gerginlik görme/duyma/bilmenin de gerginliği. Pekâlâ, biz bu filmdekileri görme-miş/duymamı-mış/bilmiyor-muş gibi yapabilecek miyiz? İşte bütün mesele bu!
Not: Bu yazı, ilk olarak 22 Mart 2009 tarihinde Sinema Defteri adlı internet sitesinde yayınlanmıştır. Üzerinde gerekli değişiklikleri yaptıktan sonra, bana öyle geliyor ki Bir Zamanlar Anadolu’da filmi, zaman içerisinde bu yazıya hakkını teslim etmiş.
Soner Sezer
sonersezer@gmail.com