Toprak sahibi, zengin ve işkolik bir baba olan Matt King (George Clooney), eşinin trajik bir bot kazası geçirip bitkisel hayata girmesinden sonra, geride kalan iki kızı ile ilişkisinin hiç de hayal ettiği gibi olmadığını farkeder. Matt, kızları ile olan ilişkisini düzeltmeye kararlıdır ama uzun süre onlarla normal bir ilişki kurmadığı için biraz zorlanacaktır. Doktarlar Matt’in karısından ümidi kesmişlerdir ve Matt’ten karısı Elizabeth’in hayatındaki insanlara vedalaşmaları için haber vermesini isterler. Öte yandan atalarının sahip olduğu dönümlerce arazinin satış işi için, bir sürü kuzenle dolu sülalesinin merakla beklediği çok kritik bir karar vermek zorundadır. Tüm bunların üstüne ölmek üzere olan karısıyla ilgili öğrendiği sarsıcı bir gerçek Matt’i duygusal açıdan iyice köşeye sıkıştırır.
Kaui Hart Hemmings’in aynı adlı romanından Alexander Payne ile aslen TV aktörleri olan Nat Faxon ve Jim Rash’in senaryosunu yazdığı The Descendants, Payne’in 2004’te En İyi Uyarlama Senaryo Oscar’ı kazandığı Sideways’ten yıllar sonra tekrar sahalara döndüğü yeni filmi. Sideways’in duygusal ve sürükleyici dramatik kurgusu, en önemlisi de basmakalıp Hollywood dramları ya da romantik komedileri gibi bir kuruluma sahip olmasına rağmen, bazı klişelere prim vermeyen ters köşeleriyle kalpleri kazanmıştı. Yine bir roman uyarlaması olan yeni filmi The Descendants’ın, tıpkı Sideways gibi yol hikâyesi olmayan bir yol hikâyesi hassasiyeti ve dirayeti bulunuyor. Konusundan da anlaşılacağı gibi Matt King’in geç kalmış babalık ve kocalık görevlerini yerine getirmeye çalışmasından, ayrıca tüm akrabalarının beklediği bir arazi satışına karar verecek tek yetkili olmasından doğan köşeye sıkışmışlık duygularının şekillendirdiği film, sakin ama sürükleyici bir rota izliyor.
Büyüklerinden aldığı “çocuklarına bir şeyler yapabilecekleri kadar para ver, ama hiçbir şey yapmadan oturacakları kadar çok verme” öğüdünü benimseyerek, çok zengin olduğu halde avukatlık kazançları ile geçinen Matt, sanki yıllardır ayrıymışçasına ilgisiz kaldığı ailesi ile işleri düzeltme zorunluluğuna düşüyor. Matt’in sorunlu iki kızıyla her şeye rağmen irtibatı koparmamış babalığı, karısının kendisini aldattığı gerçeğini öğrendikten sonra da kocalığı sanki yeni rollermiş gibi Matt’in kucağına düşüveriyor. İşte Alexander Payne bu filmde kendine meydan okurcasına Matt’in böylesine zor birkaç pozisyon içinde debelenişine ve çözüm arayışlarına başka yan unsurlar da ekleyerek farklı kolları ana damara birleştirme peşinde. Bir süre bu aldatma/aldatılma hikâyesi olayın neresinde duruyor, Sid gibi itici bir karakterin bu filmde işi ne, şu ukulele melodileri daha ne kadar sürecek soruları rahatsızlık yaratsa da, her şeyin bir sebebi olduğunu adım adım, sindire sindire kabul ettiriyor.
Sideways’in sahip olduğu naif değerlerin The Descendants’ta başka başlıklarda vücut bulması, filmin aynen Sideways’in yaptığı gibi suistimal edilebilecek mevzuların altından gayet olgun ve hasarsız biçimde kalkması, romantik komedi veya mutlu sonlu sevimli dramların bizi alıştırdığı düzenin monotonluğu düşünüldüğünde belli bir fark yaratıyor. Baştan tahmin edilebilecek bazı ayrıntıların (Sideways’de Jack’in düğünü, Miles’ın çok değer verdiği ’61 Cheval Blanc’ı açacağı özel an, finalde muhtemelen tutkulu bir öpüşme ile biteceği düşünülen kavuşma sahnesi vb.) hiç de tahmin edildiği gibi gerçekleşmemesi, The Descendants’ın bazı anlarına da yansımıyor değil. Yine de tahmin edilsin ya da edilmesin, o anların nasıl biteceğinden ziyade sürecin nasıl işleyeceğine olan ilgi her zaman canlı tutuluyor. Örneğin Matt’in karısının aşığıyla karşılaşacağı biliniyor ama karşılaşmanın nasıl geçeceği ve Matt’in merak ettiği cevaplar pek de alıştığımız gibi çıkmayabiliyor.
Alexander Payne nereyi uzatacağını (Matt’in aldatıldığını öğrendikten sonraki tepkisi), nereyi kısacağını, nereyi estetik biçimde pas geçeceğini (Matt’in kuzen ordusuna nihai kararını açıklayacağı andan hastane odasında bekleyişine sakince ışınlanışımız), nerede duygu sömürüsü tuzağını etkileyici biçimde aşacağını (Alexandra’nın havuz dibinde verdiği tepki ve Sid ile Matt’in geceyarısı kısa konuşması) ya da bu tuzakları hoş bir tebessüme çevireceğini çok iyi biliyor. Bu sayede Elizabeth King ile vedalaşma bölümünde insanların verdikleri tepkiler ciddi bir hüzün yanında tuhaf bir huzur atmosferi de solutabiliyor.
Syriana’da kazandığı Oscar’ın ardından kariyerinin önemli performanslarından birini daha veren George Clooney’nin abartıya kaçmayan ölçülü oyunu, Matt King ve onun problemleriyle içli dışlı olmada hiç sorun yaşatmıyor. İlk önemli sınavını başarıyla verip geleceğe güvenle bakan bir Shailene Woodley’in adını daha sık duyacağımız da kesin. Hawaii görselliğine abanmayıp ekonomik davranmış görüntü yönetimi ve Hawaii’nin yerel sanatçılarından derlenmiş türlü ruh hallerinin tercümanlığını yapan müzikleriyle de kolonlarını sağlama almış bir film ayrıca. En önemlisi, her yeni filminde biraz daha güçlenen Alexander Payne’in yedi yıl gibi uzun bir aradan sonra dönüşünü müjdelemesi.
Osman Danacı
odanac@gmail.com