İngiliz yönetmen Ben Hopkins’in Pazar: Bir Ticaret Masalı isimli filmi, 45. Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Film ve En İyi Senaryo ödüllerini alarak büyük bir sürpriz yapıyordu. Eleştirmenlerin favori gösterdiği, Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Reha Erdem ve Yeşim Ustaoğlu festivalde aradığını bulamayan yönetmenlerdi. Jüri başkanı Tuncel Kurtiz, seçim yapmada oldukça zorlandıklarını vurguluyordu. İngiliz bir yönetmenin ulusal uzun metraj film yarışmasında en iyi film ödülünü alması tartışmalı bir durum olarak değerlendiriliyordu. Üstelik teknik ekibin de yabancı olması cabasıydı. Buna karşılık Hopkins’in, “Filmim, bir Türk filmi. Türkiye’de geçiyor. İngiliz bir yönetmen olarak Türk kültürünün otantik özellikleri ile geniş kitlelere ulaşacak evrensel bir film yapmak istedim” şeklindeki savunması tartışmaya noktayı koymaya yetiyordu. Pazar: Bir Ticaret Masalı isimli filmin, aynı festivalde yarışan Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun’u ile Özcan Alper’in Sonbahar’ını geride bırakarak Altın Portakal ödülünü alması, seçimde zorlandıklarını belirten Kurtiz’in, “sürç-i lisan ettikse affola” şeklinde mazur görün anlamına da gelebilecek bir ifade kullanmasına neden oluyordu. Hassaten, ödül Üç Maymun ya da Sonbahar filmlerinden herhangi birine verilse, daha az tartışılırdı ya da daha layık olan bir filme gitmiş olurdu.
Filmi izlemeden önce, isminin çağrıştırdığı anlamlara bakarak düşündüğümüz zaman filmin, katıksız bir kapitalizm eleştirisi üzerine olduğu izlenimi doğuyor. Mamafih, pazarın, piyasanın kendiliğinden “gizli el” marifetiyle düzenleneceği savıyla ideolojik planda savunulacağı ve aktörlerin tutum ve davranışlarıyla çıkarlarını maksimize edeceği bir doğal ortamın varlığının meşrulaştırıldığı bir düzen değildir söz konusu olan. Filmin ismiyle anlatılan hikâyenin birebir çakıştığı söylenemez. Sınır ticareti ve kaçakçılığın hangi koşullarda gerçekleştirildiği, buradaki aktörlerin hangi kısıtlamalarla karşı karşıya olduğu ve kapitalizm eleştirisidir anlatılmaya çalışılan.
Türkiye’nin Doğu Anadolu’sunda geçen filmde, sınır ticareti yapan ve geçimini sağlamaya çalışan bir tüccarın karşı karşıya kaldığı zorluklar ve ikilemler anlatılıyor. Bu işin bağımsız olarak yapılamayacağına ve illegal oluşumların belirli kuralları ve uygulamalarıyla her yeri kuşatmış olduğuna değiniliyor. Kendi kendine, bireysel olarak mal alıp satan ve şansının döneceği günü bekleyen tüccarın eline geçen bir ”fırsatı değerlendirmesi” ve bu minval üzere gelişen bir hikâye anlatılıyor. Filmin önemli bir kısmının yolda geçmesi, filmin aynı zamanda bir yol hikâyesi şekline bürünmesini de sağlıyor.
Yabancı bir yönetmenin hangi kaygılarla böyle bir film çektiğini anlamak pek mümkün değil. Türkiye’nin belirli bir bölgesinin otantik özellikleriyle, pazar gibi karmaşık bir olguyu bir arada anlatma denemesinin pek yerli yerine oturmadığını vurgulamak gerekiyor. Sınır ticaretini pazar kavramına dâhil edip daha makro bir kavramla değil, yerel eksende zorluklarını ve özgüllüklerini anlatan mikro ölçekte değerlendirmek daha yerinde olur. Yönetmen yerelden kalkarak, pazarın işleyiş biçimini ve katı kurallarını anlatmayı deniyor ama pek ikna edici olamıyor. Film içerisine serpiştirilen arz-talep meselesi gibi piyasa kavramlarının kullanılması konuyu pekiştirmek bir yana oldukça eğreti kalıyor. Sınır ticaretini ve zorluklarını ele alan bir yapımın mutlaka pazar gibi kapsamlı bir kavramla ifade edilmesi gerekmiyor. Bu anlamda zorlama bir kategorileştirmeden söz edilebilir.
Filmin temel savı, sınır ticaretinin ve kaçakçılık diye tabir edilen edimin belirli kuralları olduğu; bu kurallara uymadan ilkeli bir biçimde ticari faaliyette bulunmanın imkânsızlığı ve eninde sonunda sistem tarafından zorla hizaya sokulmanın kaçınılmazlığı üzerinedir. Filmde, özünde dürüst olan ve kendi halinde ticaret yapan bireyin, bu sektörün acımasız illegal oluşumları tarafından nasıl kendi istedikleri mecraya çekildiği resmediliyor. Büyük balık küçük balığı yutar mantığının sınır ticaretine bile hâkim olduğu ve bundan kaçmanın neredeyse imkânsız olduğu, bağımsız tüccarın sürekli olarak takip edildiği ve zayıf zamanı kollanan av gibi değerlendirildiği vurgulanıyor. Kapitalizmin yerel ölçekte ele alınması ve bu çerçevede eleştirilmesi nihai amaç olarak görünmektedir.
Yönetmenin savladığı “Türk kültürünün otantik özellikleri ile geniş kitlelere ulaşacak evrensel bir film” yapma isteğinin tam anlamıyla gerçekleştiği söylenemez. Otantikten kastedilen belirli bir coğrafyanın dili, kültürü ve sair özellikleriyle ortaya konması ise bu manada oldukça zayıf kaldığı bir gerçektir. Ki bu iddianın bile fazlaca abartılı olduğu, ticareti ve kurallarını anlatan bir hikâyede bütün bunların verilebilmesinin zaten imkânsız olduğudur. Yerel dilin biraz da acemice verilmesi ne kadar otantik olabilir. Karşılaştırma yapılırsa, Bahman Ghobadi’nin Sarhoş Atlar Zamanı isimli filmi bu çerçevede daha otantiktir. Zira Ghobadi filmini, amatör oyuncularla gerçek mekânda ve kurudan ziyade belgesel tarzda çekerek daha özgül bir film ortaya koymuştur.
Bütün bunların yanında Hopkins, neden böyle bir film çektiğini anlatırken, özellikle Yılmaz Güney’in filmlerinden etkilendiğini, Sürü’nün başarısız takas kumarında ya da Umut’un kısa yoldan zenginleşme rüyasında, hep ekonomik nedenlerin başat olduğunu, temanın bunun üzerine kurulu olduğunu ve buradan ilham aldığını belirtiyor. Yönetmenin ilham kaynağı olan Güney’in filmlerinde, ekonomik öğeler mutlaka önemli bir yere sahip. Bununla birlikte Hopkins’in vurguladığı anlamda dolaysız olarak ekonominin insan üzerindeki etkilerinin anlatılmasından ziyade, insanın olağan yaşamının zorluklarıyla ve kültürel bütünlüğüyle resmedilmesi Yılmaz Güney’in filmlerinde daha belirgindir. Umut’ta, Cabbar’ın asıl amacı kısa yoldan zenginleşmek değil, ailesinin geçimini sağlamaktır. Bütün umudu tükendiğinde ancak gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayale kapılır. Bu meyanda yönetmenin, salt ekonomiyi başat neden olarak sunması ve bir çeşit köşe dönmece olarak anlaması oldukça yüzeysel bir yaklaşımdır.
Pazar: Bir Ticaret Masalı, bütün eksikliklerine ve konuya ele alış biçiminin biraz fazla şematize edilmesine rağmen, kapitalizmin mikro ölçekte eleştirisi bağlamında vasatı tutturuyor. Senaryonun kısıtlılığı ve filmin ismiyle anlatılan hikâyenin birebir örtüşmemesi ya da başka bir deyişle filmin isminin daha özgül olabileceği eleştirisi getirilebilir. Filmin âşık geleneğini andıracak biçimde türkülerle, şarkılarla anlatılması, filmi tamamlayan bir unsur gibi değerlendiriliyorsa da oldukça eğreti kaldığı gözlerden kaçmıyor. Otantiklik meselesinin salt yerel şive ve giysiyle olmadığı ve insanların anlam dünyasına nüfuz edebilmenin daha önemli olduğu öne sürülebilir. Vurgulanması gereken bir diğer husus ise, yabancı bir yönetmenin Türkiye’nin belirli bir bölgesinin sorunlarını konu edinmesi ve film yapmasıdır. Bu ilhamın Yılmaz Güney’in filmlerinden alındığının belirtilmesi ise Güney’in Türk Sineması üzerindeki kalıcı etkisinin devam ettiğinin ve edeceğinin göstergesi olması ise oldukça sevindiricidir.
Hasan Hüseyin Akkaş
hhakkas@hotmail.com