Kuleli Ev aslında namı kendisinden önce bir efsaneyle yayılan, sinopsise bile gerek duymadan ilgileri üzerinde toplamayı başaran ve tabiri caizse kulaktan kulağa yayılan bir yapım. Bunun nedeni de, filmin hikâyesinin yazarından kaynaklanıyor. Kuleli Ev’in hikâyesi, bir Friedrich Gorenstein’a ait. Yani, hepimizin bildiği Tarkovski’nin Solyaris (1972) filminin ve Nikita Mikhalkov Aşk Kölesi (Raba Lyubvi, 1976) ismiyle Türkiye’de gösterilen eserinin senaristi. Tarkovski ve Gorenstein isimlerinin yaydığı heyulayla ilk elden merak uyandıran Kuleli Ev, daha ilk sekansıyla bu merakın arkasının boş olmadığını ispatlıyor adeta.
Karlarla kaplı savaştan yorgun düşmüş bir ülkede, sekiz yaşında bir çocuğun durumu kötüleşen annesini hastanede ziyaret etmesiyle başlıyor öykü. Film boyunca da sekiz yaşında bir çocuğun gözünden savaş dönemi Sovyet Rusya’sını ve savaş döneminde ayakta kalmak için her şeyi yapan yetişkinlerin dünyasını izliyoruz. Hayatta kalmanın pamuk ipliğine bağlı olduğu, toplumsal bir histerinin yaşandığı ülkede, kimse kimseyi umursamıyor ve herkes ayakta kalmak için bir başkasının sırtına basıyor. Maksim Gorki’nin Ayaktakımı Arasında isimli eserine benzer bir atmosferin hâkim olduğu filmde, etrafındaki dünyanın her açıdan dibe vurmasına aldırmadan karakterinden ödün vermeyen sekiz yaşındaki bir çocuğun gözü, aynı zamanda yaşanan çöküşün boyutlarını da daha net ortaya koyuyor. Ama Kuleli Ev’in esas başarısı bir çocuğun gözünden savaş dönemini derinlikli bir şekilde yansıtması değil.
Yönetmen Eva Neymann ilk uzun metrajlı çalışmasında bir taraftan az önce andığımız gibi Gorki’nin eserindekine benzer boğucu bir atmosfer yaratarak dibe vuran insanlığın öyküsünü beyazperdeye taşırken, öte yandan başkarakteri olan çocuğun dimdik bir şekilde ayakta durması aracılığıyla da insanlığa dair umudunu paylaşıyor. Akira Kurosawa’nın Rashomonfilminin finalinde oduncunun bakımını üstlendiği kundaktaki çocuğa benzer biçimde, Neymann da filminde başkarakterini bir anlamda insanlığa karşı umutvar bakışının da bir izdüşümü olarak sunuyor. Sergei Loznitsa’nın Nazi işgali sırasındaki Sovyet Rusya’da geçen Sislerin İçinde filminde insanın karanlık yanına bakarken takındığı soğuk tavrın aksine, Neymann ilk uzun metrajlı çalışması olmasına rağmen oldukça sıcak ve izleyeni içine çekmeyi başaran bir anlatımla hikâyesini aktarıyor. Son derece incelikli üslubuyla, çekilen çileleri ve acıları ne çok büyütüp abartarak ne de basitleştirerek gösteriyor. İnsan doğasının kırılgan yanını yapaylığa yer vermeden sahici bir bakışla resmediyor.
Gorenstein isminin taşıdığı auranın hakkını veren Eva Neymann’ın ismini bu yüzden bir yerlere not etmekte fayda var. İleride ismini fazlasıyla duyabiliriz.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com