Çocukların şehir hayatıyla, Ben’in ise kendine özgü ebeveynlik anlayışıyla imtihanı başlayınca çelişkiler su yüzüne çıkmaya, aynı zamanda filmin birtakım arızaları da kendini göstermeye başlar. Bizim filme dahil olduğumuz bölüm, Leslie’nin intiharından sadece 1-2 gün öncesi. Yani onu çocuklarla beraber hiç görmüyoruz. Sadece Ben’in rüyalarına giren Leslie’nin 30’lu yaşlarının başında genç bir kadın olduğu, en büyük çocuk Bo’nun üniversite çağına geldiği, evlilikleri boyunca Leslie’nin yaklaşık dört buçuk senesini hamile geçirdiği gibi hesapları kabullenip bir kenara bırakırsak, aslında çok iyi bir konu mevcut. Ama o konunun elde tutulabilmesi, inandırıcılığını arttırabilmesi için Matt Ross’un bazı abartılardan kaçınması, özellikle Ben’e yapılan bazı yüklemelerden feragat etmesi uygun olabilirdi. Çocukları adeta askeri fiziksel eğitimden geçiren, aynı zamanda sanatla, edebiyatla, müzikle iç içe büyütecek kadar ince ruhlu, sistematik bir eğitim verebilecek kadar da akademisyen donanımlarına sahip Ben, bu özellikleriyle gerçek olamayacak kadar “fantastik” bir baba. Ross, bu baba figürünü tasarlarken ona yükledikleri ve yüklemedikleri ile yarattığı çelişkileri bilerek mi yapıyor tam net sayılmaz. Belki bu fantastik adamın da sonuçta bir insan olduğuna dair denge kurmak istiyordur. Ne var ki ekran karşısından pek de öyle okunmayabiliyor.
Ben ve Leslie çiftinin geçmişlerine gitme gereği duymayan, bu alternatif ebeveyn modelini tamamen Ben üzerinden değerlendiren Moss, güya ekonomi, sosyal yaşam, eğitim sistemleri eleştirilerini yaparken pek objektif davranmıyor ya da kör göze parmak sokuyor. Çocuklarına anti-faşizm yüklemesi yapıyor, organik besinler yediriyor, kadehlerine şarap koyuyor, kapitalizmden uzak tutuyor, hangi ortamda olursa olsun özgürce düşüncelerini söylemelerini istiyor, sadece kitap okumalarını değil, okuduklarını yorumlamalarını sağlıyor. (Mesela Kielyr’ın Lolita romanını kendine göre yorumlaması çok etkileyici.) Ne var ki, şarap içmelerine izin verirken, kolaya “zehirli su” diye yasak koyuyor. “Noam Chomsky Günü” hatırına yaş pasta yedirirken, çok acıktıklarında bile hamburger, patates kızartması yemelerine müsaade etmiyor. Amerika’nın en iyi üniversitelerinden kabul alan Bo’nun seçim yapmasını istemiyor. Kendine isyan bayrağı çeken Rellian’ın varlıklı dedesinde kalmasına karşı çıkıyor. Evet, belki tüm bunları çocuklarının iyiliği için yapıyor. Fakat bu defa kendi kurduğu düzenin faşisti haline geliyor. Onlara istedikleri hayatı yaşama özgürlüğü vermeyerek özgürlük söylemlerini ortalıkta çırılçıplak dolaşma basitliğine indirgiyor. En önemli çelişkilerinden birini de eğitim konusunda yaşıyor Ben Cash.
Ross bunları Ben’in modern yaşamda ortaya çıkan ebeveyn acemilikleri olarak mı tasarlıyor, yoksa çocuklarla babaları arasında ayrılığa sebep olacak dramatik yükselişlere zemin mi hazırlıyor tam net sayılmaz. Ama her iki durumda da kesinlikle uygun senaryo girişimleri değil bunlar. Bir süpermarket veya hastane sahnesi olmalı. Ama orada geçecek olaylar ve kurgulanış biçimleri filmdeki gibi olmamalıydı. Örneğin teori ve pratiği yoğun biçimde alan çocuklardan en büyüğü olan Bo’nun, bir kızla öpüştükten sonra ona evlenme teklif etmesi ne kadar zekice bir senaryo dokunuşuysa, babasıyla tartışırken “kitaplarda yazmıyorsa hiçbirşey hakkında hiçbirşey bilmiyorum” cümlesi de öyle. Ben’in “eğer sağlıklıysan ve ölmek istiyorsan hastaneler en uygun yerlerdir” demesi, sonra da çaresizce hastaneye işi düşmesi, yani kısacası çocuklarına öğrettiği şeylerin tersine maruz kalması, bu kez sonucu doğru fakat gidiş yolu hatalı çözümler olarak ortaya çıkıyor. Benzer şekilde, Leslie’nin zengin ebeveynlerinin filme dahil oluşları filme ne kadar katkı sağlıyorsa, çıkışları da o kadar yavan kalıyor. Sahi Frank Langella’nın canlandırdığı bir kayınpeder vardı, ne oldu dediğimiz bir an oluyor.
Viggo Mortensen’in ve çocuklardan George MacKay, Nicholas Hamilton, Shree Crooks’un performansları, sözünü ettiğimiz ve etmediğimiz bazı güzel anlar ve tabii Sweet Child O’Mine sahnesi, filmi duygusal soslarla karamelize ederek sevimli kılıyor. Ancak bu tatlı su muhalifliği, hippi romantizmi ve çelişkili sistem karşıtı duruşun sancıları dramatize edilirken Ross birtakım eksikliklerin üzerini bu şekilde örtmeye çalışıyor. Bir illüzyon yaratıyor. Kendi inandıklarını detaylıca etüd etmeden bu aileye ve onların prensiplerine bizim de inanmamızı istiyor. Bunu da bazı skeçlerle sağlamayı başarıyor. Fakat çoğunlukla kendine ters düşüyor. Mesela avcı bıçaklarıyla ormanda hayvanları deşen çocukların, bilgisayar oyunundaki sanal şiddeti gördüklerinde dehşete düşmeleri pek samimi gelmiyor. Üniversiteye gitmek isteyen Bo’nun ne ara fikrini değiştirdiğini anlayamıyoruz. Bütün derdini 3 çocukla da anlatabilecek iken 6 çocukla, bir karavanla anlatabilecek iken kocaman eski bir okul otobüsüyle, daha sade bir kıyafetle anlatabilecek iken kıpkırmızı bir takım elbiseyle anlatıyor. İşte “ilginç” kelimesini yasaklayarak ilginç olmaya niyet eden, bu yüzden zaman zaman ayarı ve samimiyeti kaçıran bir film Captain Fantastic…
Osman Danacı
odanac@gmail.com
Yorumlarınıza katılıyorum. Son derece ilginç bir konu, izleyeni düşündürtüyor doğru ama ikna edici olmadığı kesin. İşaret ettiğiniz tüm soru işaretlerine katılıyorum. Kaliteli bir eleştiri, teşekkürler.