İkinci bölüm bu defa Hideko’nun gözünden bir miktar hızlanarak ilk bölümün üzerinden tekrar geçiyor. Fakat gerek bu hızlanmada, gerekse bakış açısının değişiminde en ufak bir aksama yaşamadan temize çekilen ilk bölüm, ikinci bölüm olarak hem ilkine bağlı, hem de ondan bağımsız bir kimlik edinmeyi başarıyor. İlk bölümde akıllara takılan irili ufaklı bazı sorular cevapsız kalmıyor. Bunun yanında entrikanın boyutlarını genişledikçe üç ana karaktere olan güvensizlik de artıyor. Üçüncü ve herşeyin sonuca ulaştığı son bölüm ise bu tarzı sürdürmesinin yanında, filmin kendi zamanına dönüp bu aşk / entrika üçgeninin her üç parçasını da kendi dramatik zeminine oturtmayı başarıyor. Filmde önemli yer tutan, Hideko’nun çocukluğuna ve Kont ile tanışmasından öncesine ait geri dönüşler ise her üç bölüme muğlak bir çekicilik katar nitelikte. Bu geri dönüşler kimi zaman fazla şiirsel kaçsa da, aslında The Handmaiden’ın basit bir aşk – entrika – hesaplaşma filmi olmadığını, döneme ait edebi edepsizliklerin, felsefi zemin üzerine oturtulmaya çalışılan cinsel fantezilerin Hideko’nun kişiliğinde açtığı yaralara ya da onu olgunlaştıran tecrübelere dönüşmesindeki etkisi filmi bilinçli olarak derinleştiriyor.
Üç bölüm ve bu bölümlere özenle serpiştirilen flashbackler, gerçek anlamda kurgusal bir meydan okuma. Üstelik bu karmaşıklığı düzene sokmak yerine, o karmaşadan kendine yeni ve daha basit bir düzen kurarak senaryo oluşturmak da öyle. Park Chan-wook, bu karmaşayı fırsata çevirme işini en iyi yapabilen sinemacılardan birisi. Ama bunu Stoker gibi acemi ve tembel işi senaryoları değil, kendi yazdığı senaryoları filme alırken yapabiliyor genelde. I’m A Cyborg, But That’s OK (2006) veya Thirst (2009) gibi ilk anda özümsenmesi güç, kendi dram ya da romantik komedi ölçülerini belirlemiş, fakat zaman içinde demlenmeye bırakılmış filmlerinden bir parça ayrı olarak The Handmaiden’da sanatının karmaşık patikalarından karmaşık olmayan bir bütüne ulaşabileceğini tekrar hatırlatıyor. İlerde kendisine ve zengin arkadaşlarına porno hikayeler okusun diye yeğenini eğiten bir adam (Kouzuki), paraya ve güce ulaşmak için araç olarak kullandığı kadınlara karşı kendi zekasını sınayan bir başka adam (Kont), elini attığı her şeye hazırlıksız bir kadın (Sook-Hee), başına gelecek her şeye hazırlıklı bir kadın (Hideko) dörtgeninin köşelerini sabit tutmayarak seyircisini de hazırlıksız yakalamayı amaçlıyor.
Tüm bu senaryo ve kurgu bütünlüğüne Park Chan-wook’un kadrolu görüntü yönetmeni Chung-hoon Chung’ın ve Güney Kore sinemasının en iyi bestecilerinden Jo Yeong-wook’un olağanüstü işçilikleri de eklenince, filmin gücü daha da artıyor. İki kadın oyuncu Kim Min-hee ve Kim Tae-ri’nin göz alıcı güzelliklerini tutkulu performanslara dönüştürmeleri, iki erkek oyuncu Ha Jeong-woo ve Jo Jin-woong’un tekinsizlikleri ise ayrı ayrı övgüyü hak ediyor. Park Chan-wook, kendisine dünya çapında itibar kazandıran üçlemesinden sonra belki de ilk defa bu kadar geniş kapsamlı bir sanat vizyonuyla karşımıza çıkıyor. Bu vizyon ve estetik anlayışın kanatları altında erotizm de, entrika da, psikolojk / fiziksel işkence de kendi elit yolunu çizebiliyor. Filmin sözünü ettiğimiz her kaleminde hissedilen stilize üslubu, yabancılaştıran bir züppelik değil, yakınlaştıran bir sanat dokusu ve kokusu taşıyor. Dünya çapındaki festivallerden 55 kadar ödül, bir o kadar da adaylık kazanan The Handmaiden, “taş yerinde ağırdır” sözünü akıllara getirircesine Park Chan-wook’un kendi ülkesi sınırlarında özünü daha iyi ifade edebildiğinin güçlü kanıtlarından.
Osman Danacı
odanac@gmail.com