Filmin esas merak unsuru enkaz altında kalan Nisa’nın kurtarılıp kurtarılamayacağı sorusu olsa da, asıl olarak hikâye deprem sonrasında hayatta kalan Barış karakteri üzerinden ilerler. Barış’ı kendisini doğaya vermiş, kameraya konuşarak yaşadığı travma ve suçluluk hissinden kurtulmaya çalışırken görürüz. Filmin esas vurgusu tam da buradadır: İnşa ettiğimiz kentler, binalar, işyerleri, okullar, hastaneler… Kısacası medeniyetin kendisi bir doğal afet karşısında çok korumasız ve dayanaksızdır. Bir anda yıkılma, yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Filmde, Nisa’nın enkaz altında kapalı bir alanda kalmasıyla Barış’ın doğa içerisinde açık bir alanda olması, birinin kurtarılmayı beklemesi diğerinin ise kurtulmuş olması arasında bir tezatlık kurulur. Bu tezatlık üzerinden, suçluluk duygusu iki tarafın gözünden de seyirciye aktarılır ve ölmenin mi yoksa yaşamanın mı daha büyük bir yıkım olduğu gibi ağır bir soru ortaya çıkar. Kuşkusuz, bu bir paradigmadır; net, basit bir cevabı ve çıkışı yoktur. Ama aslolan, gündelik hayatın koşturmacasında göz ardı edilen basit fakat varoluşsal olarak değerli sorularla yüzleşme zorunluluğudur.
Muhtemelen Enkaz, özellikle günümüzdeki gibi kriz anlarında kaçış isteğinin daha da baskın olduğu bir zaman diliminde gösterime girerek büyük bir risk alıyor. Seyirci açısından çok karşılık bulamayacak olsa da, beklenen İstanbul depremi öncesinde yaşadığımız ve yüzleşemediğimiz korkularımızı bize yeniden hatırlattığını not etmekte fayda var. İleride bir dönemin ruhunu ve korkularını anlamaya çalışacağımızda, yeniden filme geri dönüp bakma ihtiyacı hissedeceğiz muhtemelen.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com