La La Land, birgün kendi kulübünü açma hayali kuran caz piyanisti Sebastian ile oyunculuk seçmelerine kendini adamış Mia’nın tesadüflere dayalı tanışma ve aşka doğru yelken açma hikayesi. Filmin bütün görsel ve işitsel şaşasından bu hikayeyi çıkarıp çırılçıplak soyduğumuzda ortada o kadar yavan bir film kalıyor ki, bu da aslında Chazelle’in amaçladığı şeyi ortaya koyuyor: Hikayeyi fazla umursamayan, oyuncuları birer aygıt gibi kullanan yanar döner bir müzikal çekmek. Bunu başardığı su götürmez. Ama en sevdiği müzikaller Singin’ In The Rain (1952), The King and I (1956), West Side Story (1961), Grease (1978), Hair (1973), The Blues Brothers (1980) gibi filmlerden oluşan benim gibi bazı izleyicilerin sofradan doymadan kalkması normal karşılanmalı. Yapılan tüm o başyapıt muamelesine, en önemlisi de bunun bir Damien Chazelle filmi olmasına istinaden La La Land’i beğenmeye şartlanmıştım. Ama bu gözler zamanında yukarıda saydığım filmleri olgunlaşma döneminde görmüş (bazılarını iki kere görmüş) olmasalar, muhtemelen La La Land’i de sevecektim. Oysa şimdi tek kelimeyle “ısmarlama” bir film olduğunu düşünüyorum. La La Land’i bu filmler ışığında değerlendirmeden yorumlayamayacağımı fark ettim. Bu yüzden tarafsız bir yorum olmayacak.
Damien Chazelle, beklenmedik şekilde bu klasiklerin bazılarına gönderme, saygı, esinlenme diye adlandırabileceğimiz dokunuşlarda bulunuyor. Bunu müzikal çeken çoğu yönetmen yapmıştır. İşin beklenmedik kısmı, Whiplash gibi eski ve yeniyi müzik tabanlı bir psikolojik gerilim ile olağanüstü biçimde harmanlayabilen, vizyon sahibi bu tavrı özgürce tekinsiz, sert ve tahmin edilemez kılan Chazelle’in bu denli “piyasa” bir yapımla geri dönüşü. Bana göre bu geri dönüşü geri gidiş haline sokan şeyleri saymak istiyorum. Bu filmde aklımda kalan, yıllar sonrasına iz bırakabilecek tek bir dans sahnesi, dile dolanan tek bir şarkı yok. Koreografi açısından da estetik gelmediği gibi, bazı figürlerin Emma Stone’da durduğu gibi Ryan Gosling’de durmadığını düşünüyorum. Geriye neler bırakacağını zaman gösterecek. Ödülleri, adaylıkları baz almaya kalkarsak geçmişe baktığımızda zaten ortada büyük haksızlıklar olduğunu söyleriz. Ama onları baz almayıp soyut ve öznel bir kalite çıtası kurduğumuz vakit La La Land’i bir başyapıt olarak ya da tam tersi, iki parlak oyuncusundan ve görsel estetiklerden nemalanan sığ bir yapım olarak da görebiliriz. Ben ikincisini gördüm. Bunun sorumlusu da Whiplash değil, La La Land’in kendisi.
Bir müzikali önerirken, müzikal sevenlere ve sevmeyenlere ayrı cümleler kurarız. Sevmiyorsa zaten izlemez, izlese de zor beğenir. Benim beğenmeme nedenlerimden biri de geçmişte saydığım klasiklerin vermiş olduğu doygunluk. Bu durum, yeni bir filmi eleştirirken sağlıklı durmayabilir. Müzikaller uzun zamandır Broadway dışına çıkmayıp, beyaz perdede nadiren boy veren bir tür haline geldi. Ayda yılda bir çıkan filmler de bağırlara basıldı. Dansa pek yüz vermeyen Sweeney Todd: The Demon Barber Of Fleet Street (2007) ve Les Misérables (2012) müzikallerini saymazsak bana göre La La Land’in en yakın rakibi olan Chicago 2002 yılına aitti. Bu yüzden popülaritesi yüksek isimlerle ve cicili bicili prodüksyonla kotarılan bir müzikalin fazla sorgulanmadan her türlü gideri olacaktır. Bu yokluk ortamından nemalanmasını iyi bilen Chazelle de tıpkı Sebastian gibi popüler olana yönelmiş. Farklı olarak, La La Land eğer onun ilk filmi olsaydı, Whiplash’a ulaşmak için isim yaptığını düşünebilirdim. Oysa tersi olunca, kendi ülkesinde harika filmler çektikten sonra Hollywood’da gerçek kimliğinden uzaklaşan Avrupalı ya da Uzakdoğulu yönetmenleri anımsatıyor. Bu iki filmin aynı kişiye ait olması beni şaşırtsa da, farklı türler peşindeki yönetmenlere saygı duyarım. Ama bu durum Oscar’a yaranma arzusu her yanından fışkıran La La Land’in gereğinden fazla abartıldığı düşüncemi değiştirmiyor.
Trafikteki açılış sahnesi, alternatif son ile seyirciye alternatif bir son hayali kurma fırsatı vermeyen kapanış sahnesi, danslar, müzikler, kıyafetler, parlak renkler, partiler, şiirsel fotoğraflar arasında bir “film” görememiş olmak tamamen benim düşüncem. Whiplash’i yazan kişiyle La La Land’i yazanın aynı olmasındaki ikilemi üçüncü film çözecek. Oyunculuk olarak bahsedilecek tek isim olan Emma Stone’u bile, daha kısa rolüne rağmen Birdman’de daha çok beğenmiştim. Chazelle, caz söz konusu olduğunda belki de geleneksellik ile devrim yapılamayacağı fikrini kabul ediyor. Ama modern bir müzikal ile, zamanında devrim yapmış müzikallere karşı yeni bir devrimin hala mümkün olabileceğini mi kanıtlamak istiyor (bu çok abes olurdu), yoksa sadece onlara saygılarını mı sunuyor (bu da çok sığ dururdu) kafa karıştırıcı bir durum. Aslında Oscar lobicilerinin ve akademi üyelerinin gazladığı filmleri, domino taşları misali beğenmeye, giderek abartmaya, hatta o filmin sponsoru gibi çalışmaya başlayan eleştirmen ve sosyal medya fenomenleri sayesinde hiç de kafa karıştırıcı sayılmaz.
Osman Danacı
odanac@gmail.com