Konu olarak benzerleri defalarca çekilmiş Ida’nın en önemli özelliği olağanüstü görselliği ki, filmin iki görüntü yönetmeni Ryszard Lenczewski ve Lukasz Zal’ın çekimleri müthiş bir savaş sonrası atmosferi yaratıyor. Sabit çekimlerle elde edilmiş mükemmel görüntüler barındıran filmin bitimiyle beraber usta bir fotoğrafçının siyah beyaz fotoğraflardan oluşan sergisinden çıkmışlık duygusu yaşamak mümkün. Filmin her sahnesi bu etkileyici profesyonelliği yaşatırken, hikaye gereksiz yükselmelerden, duygu sömürülerinden, abartılı performanslardan uzak biçimde, nostaljik ve tedirgin bir huzurla akıyor. Savaş ve Holokost sonrası kayıplarının peşine düşen ve trajik geçmişle yüzleşmek zorunda kalan insanlardan çıkan malzemeler artık tüketilmeye yüz tuttuğu için Ida gibi yapımlar farklılıklarını sanatsal boyutlarda ifade etmek zorundalar. Pawel Pawlikowski de “sanat filmi” kavramının hakkını verir nitelikte bu bilinen öyküye 80 dakikalık mütevazi ama güçlü bir halka ekliyor.
Filmi sadece savaş sonrası geçmiş arayışı şeklinde sınırlandırmak haksızlık olur. Zira Ida, kendini Hıristiyan dinine adamış genç bir kızın Yahudi olduğunu öğrenmesiyle yaşadığı kimlik bunalımını esasen bir araç olarak kullanıyor. Manastırda normal hayattan ve dünyevi zevklerden mahrum kalmış Ida’nın, eski bir savcı olan teyzesinin de yardımıyla geçmişin peşine düştüğü kadar, bu kafa karışıklığının tetiklemesiyle kendi kişiliğinin, özünün, arzularının peşine düşmesinin de hikayesini izliyoruz. Pawlikowski tüm bunları hiç de öyle gözümüze sokarak yapmıyor. İnancını çok önceleri yitirmiş, görevinden ayrıldıktan sonra özgür bir yaşam biçimi benimsemiş Wanda teyzesinin sorgulayıcı tutumundan Ida’nın ne derece etkilendiğini bize fazla yansıtmıyor. Yolda otostop çekerken aldıkları genç ve yakışıklı müzisyen Lis sayesinde Ida’nın karşı cinse olan yaklaşımını bile sömürmeye çalışmayıp, hem Ida’nın, hem filminin sanatsal masumiyeti çerçevesinde ele alıyor.
Henüz ilk filminde Ida rolüyle bir performanstan ziyade masumiyet timsali kutsal bakire duruşunu başarıyla veren genç Agata Trzebuchowska, filmin merkezine çok yakışıyor. Onu tamamlayan teyze Wanda rolüyle Polonya sinema ve televizyonunun tecrübeli oyuncularından Agata Kulesza, Wanda’nın geçmişin acılarını taşımaktan bitkin düşüp umarsızca kendini içkiye, sigaraya, sekse vermiş ruh halini yansıtmakta çok başarılı. Keza, Ida sayesinde o kaçtığı geçmişe tekrar dönme ve oraya ulaşma aşamalarında geçirdiği dönüşümü aktarmada da öyle. Filmin yine kendi sakin üslubuyla tasarladığı ters köşe bir finali var ki, üzerine çok şey yazılıp çizilip söylenebilir. Fakat Pawlikowski, en iyisi bunların hepsini seyirciye bırakmak diye düşünmüş olacak ki, film boyunca hiç başvurmadığı üzere bunu sömürü haline getirmeden, olay çıkarmadan, sarkıtmadan, tıpkı yataktaki birini uyandırmadan sessizce kapıdan çıkar gibi yapmayı tercih ederek adeta başladığı şekilde bitiriyor filmini. Böylece sanatsal gücünü basit tercihlerle daha da yüceltip dengeyi çok iyi kuruyor. Ülkesinde olduğu kadar Amerika’da, Londra’da, Toronto’da da ödüller kazanmış Ida, 2013’ün gölgede kalmış iyilerinden biri.
Osman Danacı
odanac@gmail.com