Dünyanın sayılı görüntü yönetmenlerinin memleketi olan Polonya’nın pek dışına çıkamamış bu filmin bir debut olduğunu ilk bakışta anlamak zor. Bu teknik ustalıkları dışında, suçu ne olursa olsun bir insanın yaşama hakkının elinden alınmasının kaçınılmaz hukuki yaptırımları ile, yaşamı elinden alınan kişinin daha önce başkalarına yaptığı kötülüklerin bedelinin ödetilmesindeki toplumsal kararların çatışmasını ele alan senaryonun bir debut olduğunu anlamak da öyle. Kendi küçük fakat etkisi büyük bir film olarak Lincz, bu keskin çatışmada açıkça tarafını belli ettiği gibi, olayın polise ve yargıya taşındıktan sonraki aşamalarında da bu taraflı tutumunu haklı gösterebilmek için hukuki ikilemlerle bir başka eleştirel tavır da elde ediyor. Sıradan bir vatandaşın huzurunu hatta canını tehdit eden bir durum karşısında doğru olanı yapıp olayı polise bildirmesi, fakat polisin bu duruma gayriciddi yaklaşıp (içlerinde bulunan sağduyulu bir polisin çabalarına rağmen) ihmalde bulunması Lukaszewicz’in tavrının ilk ayağını oluşturuyor.
Zaranek’in linç edilmesinin altyapısını tansiyonu yüksek ama bir yandan da sinemasal açıdan güçlü flashbacklerle belli ederek seyirciyi hazırlayan Lukaszewicz, bu geçmiş zaman – şimdiki zaman atlayışlarını “şu kadar sonra, bu kadar önce” diye belli etmeyerek de çok olumlu bir iş yapıyor. Böylece seyircinin linç psikolojisine, adalet ikilemine bakışında tuttuğu tarafı test ettiği kadar, onun bu ileri geri kurguda parçaları nasıl yerine koyacağını da sınıyor sanki. Gerçi kısa sürede filmin bu tarzına ayak uydurmak mümkün. En önemlisi, filmin yarattığı bu ürkütücü havanın, kır insanlarının uzun yıllar boyunca birbirine anlatageldiği trajik köy masallarından biri tadına ulaşması. Teşbihte hata olmaz. Film her ne kadar insan hakları üzerine çarpıcı ikilemler inşa etse de, köyün hayvanlarını tehdit eden bir kurt (Zaranek) ve onunla tek başına mücadele edemeyip birlik olmak zorunda kalan bir grup çiftlik sakininin (Grad ailesi) bu kıyıma son verme uğruna hayvansal bir koruma içgüdüsüne yenik düşmelerini mutsuz bir masala dönüştürüyor. Tabii kanun güçlerinin pasif kalışlarının, adalet mekanizmasının da insanı sözde umursayan tutumunun arkasında bir an önce davaları sonuçlandırma uğruna tam tersi bir umursamazlık sergilediğinin altı da çiziliyor.
Grad ailesinin (en fazla da Marcin’in) dramını çok yerinde yansıtan oyuncuların başarısı da filmin olumlu yönlerinden. Fakat filmde tecrübeli Polonyalı aktör Wieslaw Komasa’nın canlandırdığı öyle bir Zaranek komposizyonu var ki, insanın kanını donduran, geçmişinin meçhuliyetinden dolayı gizemli ve bir o kadar da tehlikeli bir kötü adam görüntüsü sinemada çok sık rastlanan bir durum değil. Onun gösterilen çiğ şiddeti kadar, gösterilmeyenleri de filmin güçlü anlatımında kendini yaşatıyor. Filmin ihtiyacı olan nefret duygusunu kusursuz biçimde karşılıyor. Böyle bir adamı adalete teslim etmeyip linç etmeyi ilk başta aklından bile geçirmeyen Gradlar için asıl linç aslında kendilerine hiç de adil davranmayan adalet sisteminin umursamazlığına gösterilen bir tepki olarak okunabilir. Aslında birçok linç ve linç girişimi için aynı okuma yapılabilir. Hatta mutlaka yapılmalı. Belki bu sayede fiziki ve psikolojik linç kavramı üzerine çift taraflı bir bakış açısı geliştirmeye çalışabilir, işine geldiği gibi hareket eden adaleti, onun koruyucularını, verdikleri orantısız cezaları daha sağlıklı eleştirebiliriz.
Osman Danacı
odanac@gmail.com