Bayan Mazzanovich’ten aldığı dersler ve onun yardımıyla kurulan “Eunice Waymon Fonu” sayesinde birçok resital veren, Bach, Beethoven, Debussy, Brahms çalan, Amerika’nın ilk siyahi klasik müzik piyanisti olma hayali kuran Nina Simone, yoğun çalışma temposu yüzünden çocukluğunu izole bir biçimde geçiriyor. Ailesi de onu ırkçılık yönünden bilinçlendirmiyor. Siyah olması yüzünden başvurduğu müzik okullarına kabul edilmemesini anlamlandıramayışı, bu izole oluş ve bilinçsizlikten kaynaklanıyor. Garbus’un bu noktaya temas edişi çok yerinde. Çünkü bu kafa karışıklığı, Nina Simone’un hayatında önemli bir rol teşkil ediyor, seçimlerini etkiliyor. Klasik müzik hayalini gerçekleştiremeyince ailesini geçindirmek için cüzi ücretlerle sahneye çıkan, mekan sahipleri tarafından piyano çalması yanında şarkı da söylemesi istenen, bu yüzden mecburen blues ve caza yönelen Eunice için Nina Simone sayfası açılıyor. Bir partide tanışıp aşık olduğu polis memuru Andy Stroud ile evlenmesi, Andy’nin işinden ayrılıp onun menajeri olması, kızı Lisa’nın doğumu, üstün yetenekleri sayesinde giderek ünlenmesi onun hayatına yeni sayfalar ekliyor.
Kocası ve menajeri Andy Stroud’un fiziksel şiddete varan baskıları ve yoğun çalışma temposu sonucunda üzerinde şöhretin baskısını daha çok hissetmeye başlaması Nina Simone’u bunalıma sürüklüyor. Dönemin ırkçılık karşıtı sivil hareketlerinden etkilenmesi, politik bir donanımı olmamasına rağmen kariyerini umursamadan bu hareket içinde yer almak istemesi, bu yüzden iş kaybına uğraması sonucu bu bunalım gittikçe şiddetleniyor. Doğruluğuna inandığı şeyler ile müzikal dehası arasında sıkışması, aynı zamanda Amerika’daki ırkçılık ile baş edemeyeceğini iyice anlaması sonucu huzur bulmak için Straud’dan boşanıp Liberya’ya gitmesi de onun şan şöhret peşinde koşan bir karakterde olmadığını gösteriyor. Ama geçimini sağlamak için müziğe dönmesi kaçınılmaz olduğundan İsviçre’ye Montreux Caz Festivali’ne katılarak eski günlerine dair nabız yokluyor. Oradan iyi reaksiyon almasına karşın Paris’e gittiğinde geceliği 300 dolardan sahneye çıkmak zorunda kalan düşmüş bir müzisyene dönüştüğünü fark ediyor. Psikolojik sorunları, çevresi ve hayranlarıyla olan ilişkilerini de etkiliyor. Ancak müzisyen dostlarının da yardımıyla küllerinden doğma anı onu bekliyor. Çünkü onun gibi müzikal dehaların yok olması çok zor.
Hayatı boyunca hep içinde kalmış olan klasik müzik piyanisti olma hayalini gerçekleştirse, tüm dünyanın tanıdığı Nina Simone olur muydu bilinmez. Fakat karşımızda evliliğe, şöhrete, ırkçılığa, politikaya karşı donanımsız bir kadın olduğu gerçeği var. Bu onu kesinlikle zayıf göstermiyor. Karşılaştığı bu anormal durumlara karşı ne kadar insan kalabildiğine işaret ediyor. Üstün müzik yeteneği sayesinde milyonlarca hayran edinmiş bir kadının hala “kendim olmakla yaşamak zorundayım” diyebildiğine tanık oluyoruz. Kendi sesinden duyduklarımız kadar, hayatının çeşitli dönemlerinin ve olaylarının sözcülüğünü yapmış Little Girl Blue, I Loves You Porgy, My Baby Just Cares For Me, Mississippi Goddam, Ain’t Got No – I Got Life, To Be Young Gifted and Black gibi şarkılarla tanışıyor, zaten tanıyorsak onları daha da anlamlandırıyoruz. Belki de bir klasik müzik piyanisti olsa, Nina Simone olmayacaktı. Daha sınırlı bir kitle tarafından tanınacaktı. Bu güzel pop caz, soul, R&B şarkıları yazmayacak, onları seslendirip o güzel sesinden mahrum bırakacaktı. Ama en azından yapmaktan mutlu olduğu şeyi yapacaktı. Nina Simone olmaktan mutsuz olduğu dönemlere rağmen, öyle ya da böyle müzik yapıyor olması, onun içindeki yaşam sevincini, hüznünü, öfkesini insanlara geçirebilmesi açısından çok önemli.
Osman Danacı
odanac@gmail.com