Dünya tarihinin en önemli durakları olan I. ve II. Dünya Savaşları kendi kahramanlarını, komutanlarını diktatörlerini, politikacılarını, kıyımlarını, kritik kararlarını, anlaşmalarını yaratmış, sinemaya da sayısız filmle ilham vermiş, hala da vermekte. Öznesi kim veya hangi olay olursa olsun, bu yapımlar tarihi gerçekleri işlerken hem belli bir estetik kaygısı güttükleri, hem de farklı dönemlerden günümüze uzanan kolektif dersler çıkarıcı niteliklere sahip oldukları vakit, sinema ve tarih yönünden eğitici bir kimlik kazanıyorlar. Darkest Hour ise çok tartışmalı bir tarihi figür olan Winston Churchill’in İngiltere tarihinin bu hayati dönemine ilişkin içine düştüğü ikilemi konu alan bir film. Bu karakterleri farklı kültürlere yansıyan dost veya düşman algısından bağımsız, kendi iç politika dinamikleri düzlemi ve bunun sinema sanatına aktarımı açısından değerlendirdiğimizde Darkest Hour iyi bir savaş dramı. Tabii bu kategorinin masa başında ve Churchill odaklı gelişmelerini içermekte. Bu yüzden politik gerilim omurgasına eklediği dram unsurlarına, kimi zaman karikatürize bir Churchill profiliyle mizah da katıyor.
Alman ordusunun kuşattığı müttefik ordularına ait 400 bin askeri kurtarma harekatı olan Dunkirk operasyonunun da perde arkasını izlediğimiz film, Christopher Nolan’ın neredeyse bir zafer biçiminde aktardığı filmden farklı olarak bu mecburi geri çekilme hamlesini allayıp pullamıyor. Zaten Churchill’in en büyük başarısının, insanlık tarihinin gördüğü en kanlı diktatörlerden biri olan Hitler ile anlaşarak ülkesini nazi boyunduruğuna sokmak istememesi olduğunun altı çiziliyor. Dunkirk çekilmesine zaman kazandırmak için gerekirse Calais bölüğündeki askerleri feda etmesi, sivil teknelerin bu operasyona katılmalarını sağlamaya çalışması, halkın sağduyusuna güvenmesi gibi hamleler de bu nihai amaca hizmet ediyor. Onun dışında nevi şahsına münhasır Churchill’in patavatsızlığı, bencilliği içki ve püro düşkünlüğü filmde daha çok mizahi tonlarda yer buluyor. Eşi Clemmie, sekreteri Elizabeth, Kral George ve Hitler ile anlaşma sevdalısı Chamberlain – Halifax ikilisi de filme katkı sağlar biçimde dramatize ediliyor.
Churchill’in Hitler’e teslim olma ve ülkenin bağımsızlığını koruma arasında yaşadığı ikilemde, hangi milletten olursak olalım tarafımız bellidir. Kaldı ki, İngiliz halkının da tarafı belliyken metro sahnesinde olduğu gibi filme fazla ağdalı kaçan duygusal ton ya da o kadar sinir stresin arasında sekreterlerin girmesi yasak olan odaya Churchill’in Elizabeth’i sokup bir de harita önünde ona Dunkirk planını anlatması gerçekten yaşandı mı bilemiyoruz. Bunları 2014 yapımı Stephen Hawking biyografisi The Theory Of Everything’i de uyarlayan senarist Anthony McCarten’a sormak gerek. Üstelik kendisi o filmi bir kitaptan uyarlamışken, Darkest Hour için bu tip detayların ne kadarının gerçeğe dayandığı tam oturmuyor. Ama filmde oturan en önemli şey, harikulade bir makyaj altında harikulade bir Churchill performansı gösteren usta aktör Gary Oldman. Çeşitli festivallerde sadece bu rol ile yaklaşık 25 kadar ödül kazanan Oldman, kariyeri boyunca girdiği sayısız farklı rolün altından iz bırakarak kalkmış bir oyuncu olarak Churchill’in kendine has mimikleri, vücut dili, ses tonu kadar, özellikle gözleriyle ve bazı tepkileriyle de bunu yapanın Gary Oldman olduğunu hissettiren bir kalite ortaya koyuyor. Tabii sanat yönetimiyle, sinematografilerin marka isimlerinden Bruno Delbonnel’in görüntüleriyle, Anna Karenina ile Oscar’a uzanmış Jacqueline Durran’ın kostüm dizaynları ve Atonement ile Oscar’a uzanmış Dario Marianelli’nin müzikleriyle biçimsel olarak her yanından kalite sızan bir prodüksyon. Gary Oldman faktörü olmasa bu elit kadronun ne denli öne çıkıp çıkamayacağını ise asla bilemeyeceğiz.
Osman Danacı
odanac@gmail.com