Lee Chang-dong’un yazıp yönettiği filmlerin genel karakteri, insan hayatının rutin akışını bozan dramatik ve trajik kırılma noktalarının onlar üzerindeki tamir olunamaz etkileri karşısındaki seçimleri olsa gerek. Her biri sorunlarla kuşatılmış, hayatın içinden seçilmiş baş karakterleri ayrıcalıklı kılan ise bu sorunlarla baş etmek kadar edememek üzerine de son derece doğal olmaları. Doğal olmak bir ayrıcalık sayılmaz elbette. Ancak Chang-dong, karakterini hiçbir şekilde merkezden ayırmayıp, etrafına ördüğü insanlar ve olaylarla onu en gerçekçi yöntemlerle boyutlandırabilen bir sinemacı. Bu yöntemlerden biri olarak şiirsellik zaman zaman başvurduğu, ama kurduğu dramatik yapı çerçevesinde duygu sömürüsü yapmak veya baş edemediği anlardan sıyrılma kolaycılığı şeklinde yansımadı. Poetry’de ise şiiri bu bilinçle baş karakteri Mi-ja’nın mühim bir tamamlayıcısı olarak tanımlıyor. İlerlemekte olan Alzheimer hastalığını öğrenen, ergenliğini tüm yoğunluğuyla yaşayıp bir de üstüne başını belaya sokan torunu ile uğraşan, elden ayaktan düşmüş tuhaf bir adam olan Kang’a yarı zamanlı bakıcılık yapan Mi-ja’nın etrafını çevreleyen bu bunaltıcı atmosferi dengelemek için şiir gibi narin bir kavramı senaryosuna konumlandırıyor.
Lee Chang-dong, maddi manevi bu kadar sıkıntı içinde ayakta kalmaya çalışan Mi-ja’nın kendine zaman ayırması, kendini unutmaması için şiiri sığınacak bir liman, nefes alacak bir alan olarak tanımlıyor. Bunu tarzının ve filmin doğasını bozmayacak şekilde senaryoya katık ediyor. Hayatın içinde türlü zorluklar, geçim dertleri, ölümler kadar filmler, şarkılar, resimler, romanlar, şiirler de yer alıyor elbette. Mi-ja, kendi ayakları üzerinde duran bir kadın olarak, ona sürekli yaşını hatırlatan hayat şartlarını, hastalığının zorluklarını reddedip, yaşını kendi çapında renklendirmek adına gösterdiği kararlılığı şiir sanatıyla ifade etmek istiyor. Sakin ve sevimli kişiliğinin bu incelikli sanatla olan bütünlüğü filme organik biçimde yansıyor. Hatta şiir dersinde öğretmenin verdiği şiir yazma ödevini o kadar ciddiye alıyor ki, belki de karşılaştığı olaylara vermesi beklenen tepkileri vermeyip etrafında gördüğü objelerden bir şiir ortaya çıkarmaya uğraşırken zaman zaman “orada olmayan kadın”a dönüşebiliyor. Çünkü onun gerçek hayatı ve şiir hayatı birbirinden o kadar farklı ki, kendini oraya attığında yaşadıkları ne olursa olsun her duygudan bir şekilde tat aldığını hissediyor ya da hissettiriyor.
Hayatın acımasız kırılma noktalarını yok saymayıp, karakterini ve onun sıkıntılarını duygu sömürüsü çukurlarına düşmeden anlatan Lee Chang-dong, Mi-ja ile yine çok özel bir dram kahramanı yaratmış. Yazdığı güçlü senaryo ve sade ama vurucu sinema diline sözcü olarak ise 70’li yaşlarının ortalarındaki Yoon Jung-hee’yi seçerek ne kadar doğru kararlarla hareket ettiğini de bir kez daha kanıtlamış. Zaten özellikle Sol Kyung-gu’nun canlandırdığı Yeong-ho (Peppermint Candy) ve Jeon Do-yeon’un yürekleri dağladığı performansıyla Sin-ae (Secret Sunshine) de çok ayrıcalıklı dram karakterleriydi. Mi-ja’nın hem zerafetini, hem de yılgınlığını çok çarpıcı biçimde hayata geçiren Yoon Jung-hee ise, 2010’lu yıllarda beyaz perdenin gördüğü en etkileyici kadın figürlerden birini ustalıkla canlandırıyor. 2010 yılının Cannes Film Festivalinde En İyi Senaryo ve Ekümenik Juri ödülleri kazanan Poetry, tıpkı diğer Lee Chang-dong filmleri gibi ortasından dahil olduğumuz, doğal akışına kendimizi kaptırdığımız, güçlü bir finali olsa da aslında bitmediğini, hayat gibi kaldığı yerden devam edeceğini bildiğimiz bir yapım. Kirlenmekte olan dünyaya olan inancımızı güçlü tutmaya çalışan şiirin veya herhangi bir sanat dalının, hayatın kısa anlarında bile olsa ruhani arınmayı sağladığının filme dönüşmüş hali.
Osman Danacı