Çocukken okuduğumuz buna benzer karma hikaye kitaplarının çoğunda kitaba adını verenin ilk hikaye olması geleneğini unutmayan Coenler, The Ballad of Buster Scruggs ile başlıyorlar. Hem sert, hem de sevimli bir müzikal olarak nasıl geçtiği anlaşılamayan bu bölüm, beyazlar içindeki yalnız, geveze ve “wanted” kovboy Buster Scruggs’ı sunuyor. Güney aksanıyla kurduğu uzun ve elit cümleleri, şen şakrak vahşi batı türküleri ile tam da hikaye kitaplarına yakışır türden küçük bir mit. Biraz kibirli oluşunun bu vahşi dünyada bir bedeli olabileceğini unutacak kadar da naif. Daha önce O Brother, Where Art Thou? filminde de Coenler ile çalışmış olan Tim Blake Nelson’ın sürüklediği bu matrak hikaye, vahşi batıda kulaktan kulağa, kasabadan kasabaya yayılan, yetişkinlerin çocuklara, ödül avcıları ve gezginlerin yolda birbirlerine anlattıkları eğlenceli ve mesajı olan hikayelere benziyor. Zaten filmdeki tüm öyküler, iyi ya da kötü, gizli ya da aleni hisselere sahip kıssalar şeklinde birbirini izliyor.
Tom Waits’in yaşlı bir altın arayıcısını canlandırdığı All Gold Canyon, Coenler tarafından bir Jack London hikayesinden uyarlanmış. Çocukluğumuzun güneşli Pazar günlerini anımsatan eşsiz kır manzaraları eşliğinde bu adamın altın arama sürecini izliyoruz. Konuşlandığı cennet parçası bölgeyi kazmak suretiyle adım adım köstebek yuvasına çeviren bu adam, bu huzur dolu doğal ortamla ince temaslar kuruyor. Amacına da ulaşıyor ulaşmasına. Ama bu güzelliklerin “vahşi batı” diye adlandırılma sebebinin sadece doğa olmadığını, insan hırsından beslenen vahşiliğin izole bir masumiyet alanını bile kirletmeye muktedir olduğunu anlatıyor. “Bir kuş kaça kadar sayabilir ki” repliğiyle de bir önceki hikayeye manidar bir gönderme yapıyor. Bir Stewart Edward White öyküsünden esinlenilmiş sonraki hikaye olan The Gal Who Got Rattled da, bu vahşiliği kendinden meşhur coğrafyada kendine yerleşecek yeni yerler bulmak için yola çıkan bir konvoyda geçiyor. Ağabeyinin ayarladığı bir evliliğe ve geleceğe doğru yola çıkan Alice’in beklenmedik gelişmeler yüzünden bir başına kalması, ilk defa hayatı üzerinde söz sahibi olma fırsatına rağmen zor seçimlerle bu acemiliğinin test edilişi söz konusu. Güney aksanından beslenen zarif cümleler, Alice’in karizmatik korucu Billy Knapp ile ateş başındaki sohbeti gibi felsefi sivrilişler, yürek burkan final, filmin en güzel hikayelerinden birine ait özelliklerden birkaçı.
Son hikaye The Mortal Remains ise bilinmeyen bir otele gitmekte olan bir posta arabasında yolculuk eden beş kişinin sohbetleri üzerine kurulu. Hepsinin söz alıp farklı meselelerden bahsettiği, yolcular arasındaki İrlandalı ve İngiliz ödül avcılarının arabanın üzerinde götürdükleri ceset nedeniyle ölüm ve sonrası üzerine konuşlanan bu farklı sohbetlerin diğer beş hikaye ile de ilişkilendirilebilecek felsefi çıkarımları ve derinliği, gerçeküstü bir atmosfer kuruyor. Hiç görünmeyen, hiç konuşmayan, “hiç durmayan” araba sürücüsü, insanları ölü ya da diri, şanslı ya da şanssız olarak ikiye ayıran konuşmalar, yolcuların girmekte tereddüt ettikleri tuhaf otel, hepsi ve daha fazlası bu yolculuğun aslında nereye yapıldığına dair Coen kara mizahı emareleri göstermekten geri durmuyor. Onların her filmlerine sinmiş bu varoluşçu derinlik, gündelik meselelerden devşirilmiş felsefi yoğunluk, ekmek kırıntılarıyla ulaşılan tümevarım yine hayranlık verici boyutlarda geziyor.
The Ballad Of Buster Scruggs, Joel ve Ethan Coen’in kariyerleri boyunca hep dirsek temasında oldukları, No Country For Old Men ile modern bir atmosfere uyarlanmış, True Grit ile kaynağa inmiş western tutkularının doruğa ulaşmış hali adeta. Önce bir seri olarak planlanan, sonradan uzun metraja dönülen bu proje, filmdeki bazı hikayeleri düşününce keşke dizi bölümü olsaymış dedirten, bazı hikayelerin ise bu kısalıkta kaldığına sevindiren farklılıklar sunuyor. Western mitlerine dair ne varsa, yarattıkları bu altı öykülük evrende kendilerine istedikleri kadar oyun alanı açan Coenler, keşke yeni hikayelerle bu konseptin devamını getirseler. Zira 6 parçadan oluşan bu baladlar, o döneme ait hikaye üretmenin sınırı olmadığını, o hikayelerin günümüz normlarına bile ne kadar uyduğunu, iyi bir öykünün zaman mekan sınırı tanımayıp her devire uyarlanabileceğini kanıtlayan karaktere ve potansiyele sahipler.
Osman Danacı