Abu Shadi’nin eşi yıllar önce aşığıyla birlikte Amerika’ya kaçarak onu terk etmiştir. Çocukları Shadi ve Amal ile birlikte Nasıra’da kalan Abu Shadi, onları en iyi şekilde yetiştirmiştir. İtalya’ya üniversite okumaya giden Shadi, mezun olduktan sonra mimarlık yapmak üzere oraya yerleşmiş, Filistinli kız arkadaşıyla mutlu bir hayat sürmektedir. Arada sırada Amerika’daki annesiyle de görüşmektedir. Kızı Amal ise Nasıra’nın saygın ailelerinden birinin oğluyla evlenmek üzeredir. Tüm bu bilgileri yavaş yavaş, parça parça baba oğulun davetiye dağıtma yolculuğu esnasındaki sohbetlerinden veya uğradıkları evlerdeki muhabbetlerden öğreniriz. Annemarie Jacir, çoğu yol filmiyim diye geçinen filmin yapamadığını, tek bir şehirde sadece bir gün içinde geçen bir yol filminde yapmayı başarıyor. Bazı akrabalarına oğlunun Amerika’da tıp okuduğunu söyleyen, onun Nasıra’da çalışıp oturmasını, kendi memleketinden bir kızla evlenmesini arzu eden veteran Abu Shadi ile, babasının tüm bu ısrarlarını soğukkanlılıkla savuşturan modern Shadi arasında yolculuk esnasında tatlı atışmalar, iğnelemeler, kuşak ve kültür çatışmaları yaşanıyor. Bunlar hem insani, hem de kültürel yönden hiç sıkmayan, kendi kişiliklerimizden ve kültürel yapılarımızdan çok şeyler bulabileceğimiz basitlikte ve içtenlikte ihtilaflar.
Baba oğul davetiye vermek için uğradıkları her kapıda sıradan olduğu kadar ilginç insan manzaralarıyla da karşılaşıyorlar. Eskileri yad ediyor, günümüzden şikayet ediyor, çoluk çocuk, iş güç sohbetleri yapıyorlar. Orada olmayan kişilerin isimleri havada uçuşuyor. Birinin haber alamadığı kişiyle ilgili bir diğerinin mutlaka haberi oluyor, o da havadisi veriyor zaten. Ölenler, kalanlar, gidenler, kalanlar, gitmek isteyip de gidememiş olan kalanlar, hepsi için Nasıra bu kabullenmişliğe mesken olmuş. Terk edemediğimiz memleketimiz tarafından rehin alınmışlığımız, bir süre sonra Stockholm sendromuna dönüşerek kök salmak zorunda kaldığımız dev bir bahçeye benziyor. Shadi gibi gitmeyi başarabildiysek, arada bir döndüğümüzde geride kalanları nasıl bıraktıysak öyle görmenin şaşkınlığını yaşarız. Sadece insanlar değil, şehir hatta ülke bile yerinde sayıyordur. Sokakta çöp yığınları yerinde duruyordur, iktidarlar değişse bile kafa aynı kafadır, bekarsan niye hala evlenmemişsindir vesaire… Yol filmleri nasıl farklı coğrafyalarda değişik olaylar yaşamaktan, bunlar sayesinde kendi özüne samimiyetle inebilmekten bahsederse, Wajib’in yol hikayesi ise öyle uzaklara gitmeden, bu değişmemişlik içinde yapılan sehayat sayesinde yine o samimiyete ulaşmayı başarıyor.
Baba oğul arasındaki atışmalar ve çatışmalar tatlı sert düzeyde ilerlerken, Abu Shadi’nin davetiye listesinde bulunan devlet görevlisi bir İsrailli tanıdık yüzünden Shadi’nin verdiği tepkiyle birlikte Ortadoğu coğrafyasında nesiller boyu kapanmayacak hesapların varlığı hissediliyor. İkili arasında en fazla yükselme de bu konuda yaşanıyor. Babasından politik bir dik duruş bekleyen Shadi’nin bu tepkisi anlaşılabilir iken, Abu Shadi’nin de kendine ait makul gerekçeleri bulunuyor. Böylece Jacir, yine kör göze parmak sokmadan siyasi anlamda söyleyeceğini kendi filminin dramatik tarzına uydurarak söyleyebiliyor. Baba oğulun neşesi de, üzüntüsü de, öfkesi de son derece doğal yollardan dolaşıma giriyor ki, bunda Ortadoğu sinemasının iki güçlü ismi olan Mohammad Bakri ve Saleh Bakri’nin gerçek hayatta da baba oğul olmalarının etkisi olduğunu söylemeye gerek bile yok. Onların içtenliği, rol yapmayı ikinci plana iten, çoğumuzun babamızla olan ilişkisinde içine düştüğümüz birtakım anlaşmazlıkları önümüze koyarak kendini gerçek kılan ayrıntılarda kendini gösteriyor. Çocukluğumuzun, ergenliğimizin, gençlik ve yetişkinliğimizin baba figürü arasındaki farklılıklar veya aynılıklar, kimi zaman bizim, kimi zaman da onun haklılıkları ile çeşitleniyor. Geri dönülmesi imkansız hatalar olmadığı müddetçe, hepsi gülüp geçilecek, önemsenmeyecek veya ders çıkarılacak birer anı olarak kalıyor.
Osman Danacı