Mexico City’nin orta üst sınıfın yoğunlukta olduğu Colonia Roma mahallesinde, dört çocuklu Antonio ve Sofía çiftinin rutininde film, bir “mixtec” olan (Güney Meksika topraklarında yaşamış, kökenleri Azteklerden önceye dayanan yerli halkına verilen isim) genç hizmetçi Cleo’yu merkezine alıyor. Filmin neredeyse tamamı, Cleo’nun perspektifinden perdeye yansıyor. En kişisel filmi olması, kendi hayatından esinlenmesi, insanları, mekanları, olayları, eşyaları, detayları kendi geçmişinden çağırması itibariyle Cuarón’un bu evin dört çocuğundan biri olduğunu söylemek zor değil. Ama Cuarón o çocukların, ya da ebeveynlerden birinin gözünden okumayı seçmiyor. Cuarón’un filmi adadığı, kendi yardımcıları olan ve “beni o büyüttü” dediği Liboria “Libo” Rodríguez’den esinlenilen Cleo’nun hayatından filmi inşa etmek ona çok daha derinlikli ve geniş bir hareket alanı sağlıyor. 70’li yılların başındaki Meksika’nın ekonomik, sosyal, siyasi virajlarının irili ufaklı yansımalarını Cleo’nun etrafında ustalıkla detaylandırmak, ilham verici olaylar / görüntüler silsilesine zeminler hazırlıyor.
Bir ailesi olmayan Cleo, o kadar saf, masum, iyi kalpli, kendini adamış, mutlu, aynı zamanda içten içe hüzünlü bir kız ki, ev içinde nadiren uyarılması, azarlanması bile yüreğimizi yaralıyor. Tabii bizim Yeşilçam filmlerimizdeki hizmetçi kızlara yapılan zalimce muameleler görmüyor. Çocuklar özellikle onu çok seviyor, aileden biri gibi görüyorlar. Ama yine de alışkanlıklar onun kendi dünyasını, hizmet ettiği ailenin çizgileri dışına taşırmasına izin vermiyor. Aynı evde çalıştığı bir hizmetçi kız ve Fermín adında dövüş sporuyla uğraşan bir erkek arkadaşı var. Güvenli alanı olan evin dışında, duygularını özgür bırakabileceği yerler Fermín ile birlikte olduğu anlarla belirleniyor. Yine o kadar güzel bir insan ki, uğrayacağı en ufak bir kötülüğün bile bize geçmesi kaçınılmaz. (Hatta bir sahnede dans eden bir kadın ona sertçe çarpıp elindeki bardağı kırınca bile ona sarılmak isteyebiliyorsunuz.) Ancak Cuarón saflığın, temizliğin, masumiyetin, o kadar da güvenli olmayan dış dünyada istismara uğramasının kaçınılmazlığını, kendi Roma evreninde de yadsıyamıyor. Çünkü bizzat o evrenin içinden geliyor. Çünkü kendi Libo’sunu çok iyi tanıyor, onun yaşadıklarını biliyor.
Roma’ya getirilen eleştirilerden biri, hanım – hizmetçi, hatta efendi – köle uzantısı bir ilişkiye pasif kalıyor, olumluyor gözükmesiydi ki, bu sığ bakış açısını çürütmeye çalışmak bile boşa bir çaba. Cuarón, kendi hayatında iz bırakmış hizmetçi bir kadını merkezine alıyor, onun en mahrem anlarını gerçek veya kurgu fark etmez, bir şekilde bu denli sarsıcı anekdotlarla ve görkemli üslubuyla aktarıyor, bunun sonucunda “burjuva” bir yaklaşımla suçlanıyor. Aslında bu suçlamada bulunanlar, kendilerini Cleo kanadında konuşlandıramayanlar olsa gerek. Bunun da gerçekte kimi burjuva yaptığı açık. Cleo’nun hizmet ettiği aile ile birlikte televizyon izlemeye başladığı anda ona hemen bir görev verilmesi, ailenin zor zamanlarında çocuklara göz kulak olsun diye sürekli oradan oraya taşınması, çocuklardan biri kapı dinliyor diye onun azarlanması gibi detaylar bu ayırımı açıkça belirliyor olabilir. Ama bu saptamalar Cleo veya Libo’nun her şeye rağmen ailenin bir parçası olarak görülmediğine işaret ediyor ki, bu durum Cuarón’un bu gerçekliği yadsımayıp seviyesizce romantize etmemesi anlamına geliyor. Neticede ne yaparsa yapsın günün sonunda çocuklara muzlu süt yapma, terasa çıkıp çamaşır asma işinin ona bakıyor olması, yaşadığı hayatın adaletsizliğini ve sahiciliğini aynı noktadada buluşturuyor.
Azarlanan, küfür edilen, aşağılanan, terk edilen, üzerine silah doğrultulan ama buna rağmen kendi doğru gördüğü, hayatın önüne çıkardığı plana tüm saflığıyla sadık kalmaya çalışan Cleo, öyle büyük misyonlara, devasa karakter derinliğine, olağanüstü bir filme baş karakter olacak karizmaya sahip bir kız değil. Uzayda tek başına kalmış, tek amacı dünyaya dönebilmek olan astronot Ryan’ın insanüstü çabasının yanında o sadece ortalığı toplayan, yemek hazırlayan, çamaşır seren, sevdiği adamla mutlu bir gelecek düşleyen hizmetçi bir kız. Profesör Zovek’in tek ayak üstünde yaptığı hareketi bir stat dolusu insan içinde yapabilen tek kişi ama o dengeyi hayatında bir türlü elde edemiyor. Ne kadar normal ve saf, o kadar yakın ve sahici. Belki de Cuarón’un tam istediği şekliyle. Ne var ki yaşadığımız hayat o kadar fazla acıyla, haksızlıkla, yalanla, şiddetle dolu ki, hiç ummadığımız bir zaman ve mekanda yüz üstü bırakılabiliyor, bir can pazarının ortasında kalabiliyor, yüzme bilmeden suya girmek zorunda kalabiliyoruz. Çekim açısı, atmosferi, karmakarışık duygu döngüsüyle inanılmaz bir an olan doğum sahnesi gibi travmatik bir hengamenin ardından gelen dinginlik, fırtınadan sonraki sessizlik misali bu zoraki yaşananlar her gün bu hayatın içinde dönüp duruyor. Cuarón’un filmde tüm bu yaşananları aynı tonda aynı dengede, aynı siyah beyaz ambiyansta anlatmaya çalışması, kendi yarattığı bu sadeliği, doğallığı, gerçekliği kutsaması gerekiyor ki bunda çok haklı. Nihayetinde eserini ölümsüzleştirmek için plajdaki travmatik sahne sonrasında birbirine kenetlenmiş insanlardan oluşan bir heykel inşa ediyor. Aynı zamanda Cleo’nun yürek yaralayan o malum itirafıyla sanki yeniden doğuşun sembolü sayılacak, yıllar yıllar sonra da Roma’yı sembolize edecek o ikonik resim ortaya çıkıyor.
Roma, evin köpeğinin pisliğini silmek için avluyu yıkayan Cleo’nun, yerde açtığı deterjanlı sudan oluşan pencere (ve o pencereden geçen uçak) görüntüsünün yer aldığı şahane açılış sekansı ile, kameranın rastgele bir açıdan hayatın tüm trajedilerine rağmen aynı durağanlıkta kaldığı yerden devam ettiğini anlatırcasına havaya kilitlendiği (ve yine oradan bir uçağın geçtiği) kapanış bölümü arasındaki 135 dakikaya dünya kadar ayrıntıyı sığdıran bir eser. Bazen sabit, bazen sanal gerçeklik gözlüğü takıp etrafı sakince sağdan sola, soldan sağa izliyormuşuz duygusu veren panaromik çekimler, o kadrajlara zengin içerikler sığdırıyor. Yine o sahnelerin gerisinde, sağında, solunda hep başka olaylar dönüyor. Yani bu dünya sadece Cleo’dan ibaret olmayan, başka hayatların da yaşandığı bir dünya. Siz çamurda yürümeye çalışırken gökyüzünde içinde insanların oturduğu uçaklar uçuyor. Bazen panayırda bir topun içinden fırlayan bir akrobata ya da sokakta birden sevgilisiyle kalabalıktan fırlayan evin günlerdir kayıp olan babası Antonio’ya rastlayabiliyorsunuz. Siz seyirci olarak bir sinemanın arka koltuğunda öylece otururken sabit planla perdede akan komediyi izleyen insanların aynı anda ne kadar farklı duygular içinde olduklarına tanık oluyorsunuz. Bir evliliğin bitiş haberini alıp enkaza dönmüş ailenin arka planında bir düğün gerçekleşiyor. Birileri yeni doğacak bebeğine beşik bakarken aynı anda dışarıda insanlar kurşunlanıyor. “Merhaba” ve “elveda”yı, doğumu ve ölümü, trajediyi ve huzuru aynı dakika içinde, bazen aynı bedende yaşıyorsunuz.
Osman Danacı