Jussi Adler-Olsen’in başarılı Department Q roman serisi, dördüncü film olan Journal 64 ile sürüyor. Serinin sabit senaristi Nikolaj Arcel’in yanında bu defa ilk iki filmin yönetmenliğini yapmış Mikkel Nørgaard ve tecrübeli film ve dizi senaristi Bo Hr. Hansen bulunuyor. Yönetmen ise Reconstruction, Allegro, Offscreen, Alting bliver godt igen gibi Danimarka sinemasının önemli filmlerine imza atmış Christoffer Boe. Özetle, yıllar öncesine ait gerçek suçlusu bulundu sanılarak veya ihmal edilip üstü örtülerek kapatılmış, ardında bir sürü mağdur ve cevapsız soru bırakmış cinayet davalarını tekrar elden geçiren bir emniyet birimi olan Department Q dedektifleri Carl Mørck ve Assad’ın maceralarını konu alan bu seri, ilk üç filmin izleğinden sapmayan oturmuş şablonuyla tekrar dolaşıma giriyor. Her macerada, belirlenmiş bir suçu farklı sosyal ve psikolojik zeminlere oturtmaya çalışarak katmanlaştıran, geçmişe dair vicdani muhasebelere, pişmanlıklara, intikamlara alan açan bu şablon, Journal 64’te de 1987 ile 2018 arasında gidip gelen kurgu düzeniyle ilerliyor. Tabii ağırlık 2018’de ve flashbackler yine dozunda ve zamanlaması iyi biçimde filme serpiştirilmiş vaziyette.
Sprogø’daki hapishanede yaşananların hesabının günümüze kadar bir türlü sorulamaması, yine günümüzde Avrupa’yı da yoğun şekilde etkisi altına alan yabancı düşmanlığı, buna bağlı olarak eski geleneksel anlayıştan beslenen ırkçılık, üzerinde geniş kitlelerin uzlaşması güç olan kürtaj ve kısırlaştırma gibi kritik meselelerden derlenmiş konusunu sağa sola savurmadan işleyen film, buna ek olarak Carl ve Assad arasında bir gerilim yaratarak başka bir kulvar daha açıyor. Ama bu gerilimin ortaya atılışı biraz zorlama, dolayısıyla tartışmaları da suni kalabiliyor. Carl zaten ilk üç filmde yeterince uzlaşması güç bir adam olarak resmedilmişken, burada yine sinir bozucu boyutlara varan bir suskunluk, hem filmdeki diğer karakterlere, hem de seyirciye yabancılaşma içinde çizildikçe dramatik yönden pek de gelişme göstermiş gibi durmuyor. Jussi Adler-Olsen’in romanda bu durumu nasıl ele aldığını bilemiyorum. Ama artık filmlerde ergen semptomları sergileyen bir Carl’a dayanmak yer yer zorlayıcı olabiliyor. Bu durumdan en çok çeken ise, Department Q’dan ayrılıp başka bir birime geçmesine 1 hafta kalan Assad. Yabancı kökenli oluşunun bu defa daha belirgin biçimde senaryoya entegre edildiğini, hikayenin ırkçılık karşıtı yapılanmasında yerini aldığını görsek de, bir noktada onun hayatını da bir beyaz Danimarkalı kurtarıyor.
Bezgin polis Carl Mørck rolünde her daim asık suratı ve az konuşmasıyla artık seyirciyi de bezdirmeye başlayan Nikolaj Lie Kaas ve Hollywood’un aranılan Ortadoğulu tiplemeleri dışında da iyi bir kariyeri olan Lübnanlı aktör Fares Fares’in sürüklediği filmde, Department Q’nun çalışkan ve sevimli dedektifi Rose’u oynayan Johanne Louise Schmidt de yerini koruyor. Christoffer Boe’nun gittiği her yere götürdüğü, tüm filmlerinde oynayan Nicolas Bro’nun bu filmde de yer alması kaçınılmazdı. (Nikolaj Lie Kaas, Christoffer Boe, Nicolas Bro üçlüsünü birarada görünce 2003 tarihli efsane Reconstruction’ı anmadan olmaz.) Aslında Jussi Adler-Olsen’in öncelikle okunması gereken bu serisi filmleştirilmeye başladığında bu günlerin geleceği, yani çoğaltılmaya müsait “aydınlatılmayı bekleyen gizemli cinayetler” serisi ortaya çıkacağı belliydi. Bu fikirden hareketle dizi formatına, CSI tarzı kemikleşmiş bir şova bile dönüştürülebilirdi. Aralarında 1-2 sene bulunan bu dört uzun metraj, her ne kadar ana akım sinemanın rutininde çakılı kalmış görünse de, polisiye dizi veya filmlerin akıcılığıyla, sürprizleri, toplumsal duyarlılığı, güncel mesajlarıyla artık kendine sadık takipçiler oluşturmuş başarılı yapımlar olarak Danimarka sinemasının dikkat çekici projelerinden biri.
Osman Danacı