Genç ve güzel teyzesi Elisabeth ile Dresden’de dönem zihniyetinin farklı sanat disiplinlerine bakışını özetleyen “Yozlaşmış Sanat Sergisi” adında bir modern sanat müzesini gezerken tanımaya başladığımız küçük Kurt’ün hikayesi, aslında ondan rol çalarak Elisabeth’in trajik hikayesi olarak ilk yarım saate damgasını vuruyor. Filme adını veren “asla gözlerini kaçırma” cümlesi de, Kurt’ün özgür bir bakış açısı geliştirmesi, cesur olması yönünde öğüt veren teyzesi Elisabeth’e ait. Kurt’ün ergenliğini pas geçip, sadece o dönemdeki nazi ordusunun savaşta yenilişini ve Rus kuvvetlerinin Almanya hakimiyetini betimleyen Donnersmarck, bu defa da hikaye ile bağlantılı Profesör Carl Seeband’e yoğunlaşıyor. Nazi ordusunun üstün ırk oluşturma politikasının bir uzantısı olarak zihnen ve bedenen hastalıklı Alman vatandaşlarını kısırlaştırma, toplumdan izole etme programının önemli isimlerinden jinekolog Seeband’i de Elisabeth ile bağlantılı olarak belli bir süre izledikten sonra Tom Schilling’in canlandırdığı Kurt Barnert’e, yani filmin sadedine gelmemiz yaklaşık 1 saati buluyor. Tabii Elisabeth, özellikle de Seeband bu sadedin önemli parçaları. Kurt’ün Ellie ile olan aşkı, sonra onun çalkantılı bir siyasi iklimde sanatsal arayışları, Düsseldorf’taki sanat okulu maceraları derken Donnersmarck için idare edilmesi gereken trafik yoğunlaşmaya başlıyor.
Donnersmarck, elindeki malzemeyi organize ederken bir yandan Oscar kılavuzu hazırlıyor, bir yandan da ödül normlarına dair ezberleri bozmaya yönelik hamlelerde bulunuyor (ya da derli toplu bir kurgu oluşturamıyor.) Örneğin modern sanata yönelik kurulan zengin evren hakkında sağlam argümanlar sunacak diye beklerken, dönüp dolaşıp “sen bu değilsin” nasihatine hapsoluyor. Sanatçı tıkanıklığı yaşayan Kurt’ün, kendi sanatı adına gerçekte ne yapmak istediğini bir gazete fotoğrafı sayesinde fark etmesine ikna olsak bile, neden üstün ırk oluşturma programının başındaki Dr. Kroll’un pozunun tetikleyici olduğu havada kalıyor. Tarzını bulduktan sonra teyzesi Elisabeth’ten de ilham alması kaçınılmaz. Ancak tıpkı Elisabeth gibi trajik bir yan hikayesi olan babası Johann yerine Seeband’i tuvale taşımasını, üstelik tesadüfün iğne deliği bir kolaj ile hiç bilmediği geçmişteki bir yaraya tuz basmasını koyabileceğimiz bir gerçeklik bulmakta zorlanabiliyoruz. Sıradan altı rakam ve ikramiye kazanan altı rakam karşılaştırması, Profesör Antonius van Verten’in hayatın anlamını keçe ve yağ ile keşfetme hikayesi, Kurt ve Ellie ilişkisinin Yeşilçam melodramlarını aratmayan tesadüfü ve dahası bu zorlanmaya katkı sağlıyor.
Never Look Away, içerdiği dönemleri çok iyi etüd etmiş tertemiz prodüksyonu, özen gösterilmiş sanat yönetimiyle görkemli bir yapım. Üç saatlik süresini de ömür törpüsüne dönüştürmüyor. Ancak senaryo ve kurgudaki bu aksaklıklar/eksiklikler, odak noktalarına yönelik operasyonların yetersizliği, önemli sorumluluğa sahip Tom Schilling’in sıklıkla tutuk görünen performansı gibi sebeplerden ötürü dört dörtlük olamıyor. Elisabeth’in “gözlerini kaçırma” tavsiyesinin film ile kurduğu özdeşliği, Kurt’ün sanatsal kendini buluşu ile tanımlayacaksak o noktada da vurucu sayılmaz. The Lives Of Others’ın idealist yazarı Georg Dreyman rolünde izlediğimiz usta oyuncu Sebastian Koch, güzeller güzeli Paula Beer, yüzü ve performansıyla kimi zaman Margot Robbie’yi anımsatan, kendisinden ayrı bir film çıkarılabilecek Elisabeth rolüyle Saskia Rosendahl filmin diğer kozları. Ne var ki tüm kozlarına rağmen, 2000’li yılların en etkileyici dönüşüm hikayelerinden biri olan The Lives Of Others kadar kendine sahip çıkan bir film değil.
Osman Danacı