Krzysztof Kieslowski 1988’de televizyon için Hz. Musa’nın on emirinden esinlenerek on bölümlük bir Dekalog serisi çekmeye karar verir. A Short Film About Love ve A Short Film About Killing’de başlarda bu serinin birer bölümü olarak çekilir, fakat daha sonra ayrı ayrı vizyona girer. A Short Film About Love filmine gelecek olursak, filmde Tomek ve Magda arasındaki ilişki anlatılır. Tomek, büyükannesiyle birlikte yaşayan, sessiz, sakin ve kendi halinde sıradan bir gençtir. Postanede çalışıp evde yabancı dil öğrenmek dışındaki zamanlarında, karşı komşusu Magda’yı gözetler. Magda’ya olan tutkusu o boyutlara varır ki; onu gözetlemek için bir dürbün bile çalmayı göze alır.
Filmin çoğunluğunda bizde Tomek’in dürbününden bir röntgenci pozisyonunda olan biteni izleriz, onun yakınlaştırmalarıyla Magda’ya yakınlaşır, onun yönelimleriyle Magda’ya farklı açılardan bakar, onun tutkusuyla Magda’yı sevmeye yönlendiriliriz. Arka planda çalan Zbigniew Preisner imzalı sakin ve romantik müziklerle de, bu eylemler daha da yakıcı bir havaya bürünür.
Biz kendimizi Tomek’in bakış açısına alıştırmaya başladığımızda ise, Tomek her şeyi birden bire Magda’ya anlatır. Fakat Tomek, o kadar içine kapanık ve dış dünyadan kopuktur ki, dışarıya yabancılaşmasının dışında kendine de yabancıdır. Magda ısrarla “benden ne istiyorsun” diye sorsa da, onun buna verebilecek bir yanıtı yoktur. Onu sever, ama onunla birlikte olmak istediğinden emin değildir. Onunla birlikte olmayı hayal etmek, onunla birlikte olmaktan daha kolay gelir. Tomek, yaşadığı platonik aşka ve bu platonikliğin getirdiği yalnızlığa fazlasıyla alışmış bir ruh halindedir. Film perdede aktıkça, izleyicilerin suç ortaklığı da yerini acımaya, daha sonra da Tomek’e karşı sempatiye bırakır. Sonlara doğru ise; röntgenci / röntgen edilen, aşık / aşık olunan kişilikler yer değiştirir. Bu da filmi daha hüzünlü ve karamsar bir atmosfere sürüklemekle birlikte, doğru / yanlış, iyi / kötü gibi ikilemleri akla getirir ve insanın ahlaki çıkmazını tekrar hatırlatır. Kieslowski bu sayede, yine basit ve sıradan insanların ilginç olaylarla dolu hayatlarını anlatırken, bizi de derin sulara davet eder. Başta son derece mesafeli yaklaşan kamerası da, filmin sonlarına doğru gittikçe her yanımızı saran sıcak bir anlatıma döner. Melankolinin mavisi, aşkın kırmızısına dönüşürken, Tomek’in tutkusu yerini Magda’nın hayal kırıklığına bırakırken, hayatta bir yanılsamadan ibaret olduğunu bir kez daha gözler önüne serer. Böylece bizlerde “Aşk” üzerine kısa, ama özlü bir film izlemenin sarhoşluğu ve hüznü içinde yerimizi bulmaya çalışırız.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com