1983 tarihli sessiz ve siyah-beyaz filmi Le Dernier Combat ile başarılı bir çıkış yapan Luc Besson, bu çıkışını Subway, La Grand Blue, Nikita ve Leon gibi birbirinden güzel ve çoğu kült kabul edilen filmlerle devam ettirmişti. Fakat bunların hemen arkasından gelen fütüristik macera Fifth Element ve başarısız bir Jeanne D’arc uyarlamasıyla hız kesti. Seyircilerin ve eleştirmenlerin olumsuz eleştirileri, Besson’u yönetmenlikten prodüktörlüğe doğru bir geçişe zorladı. Bir süredir kendi yazdığı senaryoları, genç yönetmenlere vererek onların filmlerinde prodüktör olarak görev yapıyordu. Nihayet Besson, geçtiğimiz yıl Angel-A ile geri dönüşünü müjdeledi.
Besson tekrar yönetmenliğe geri döndü dönmesine de, bu dönüşü ne yazık ki pek tatmin edici olmadı. Subway, La Grand Blue, Nikita ve Leon gibi başarılı filmlerine baktığımızda, yönetmenin hikayelerindeki karakterlerin derinlikli, içi dolu ve inandırıcı olduğunu görürüz. Özellikle Subway ve Nikita gibi filmlerin daha sonra yüzlercesi çekildi, fakat bu filmleri özel kılan bu filmlerdeki karakterlerin karikatürize edilmemiş olmasıydı. Karakterlerin bir geçmişi vardı, yaşadıkları hayatta, karşılaştıkları olaylarda geçmişlerinin etkileri hissediliyordu. Fakat Angel-A’daki Andre karakterinde bunu görmek mümkün değil. Andre; korkak, sinik ve kendine güveni olmayan bir karakter. Bu da yetmezmiş gibi sürekli yalan söyleyerek, Paris’teki herkese de borçlanmış. Bunları filmi izlerken öğrenebiliyoruz, ama Andre’nin niçin bu noktada olduğunu, niye sürekli borç alarak günü kurtarmaya çalıştığını, geçmişinde yaşadıklarını, yüzeye yansıyan kimlik bunalımını bir türlü çözümleyemiyoruz. Bunlar için gerekli bir arka alan yaratılmamış. Andre’nin kim olduğundan çok, ne olup ne olmadığıyla ilgileniyoruz. Borç batağının içine saplanan Andre’nin çıkış yolunu bulmak için Tanrı’ya yakarışı ve intihar etme girişimiyle ise, filme bir de gizemli Angela ekleniyor. Angela, gökten düşen bir melek ve filmdeki tek amacı Andre’ye içindeki gerçek karakterini göstermek için yardımcı olmak.
Filme Angela’nın dahil olmasıyla birlikte Andre’nin hem borçlarını ödediğini hem de kendi özünü bulduğunu görüyoruz. Fakat senaryodaki eksiklikler ve özellikle Andre karakterinin çok boyutlu olmaması, bu “özü bulma” işlevini de yetersiz hale getiriyor. Bu aksaklıklar kurguya da yansıyor ve bazı yerler ne olup bittiğini anlamadan birbirine ekleniyor. Besson bu filmin senaryosunu yazmaya 10 yıl önce başlamış, fakat ortaya çıkan son haline bakıldığında işin aceleye getirildiği izlenimini veriyor. Özellikle Leon ve La Grand Blue filmlerindeki toplum dışı kalmış karakterlere benzeyen Andre, o filmlerdeki karakterlerin aksine duyarlılıktan yoksun bir halde. Gerçekleri ve dürüstlüğü keşfetmesi için bile, gökten bir meleğin düşmesine ihtiyaç duyuyor.
Sonlara doğru iyice ağlak bir romantik komediye dönüşen Angel-A, yönetmenin Paris sevgisini siyah beyazın çekiciliğiyle beyazperdeye yansıttığı, mucizelere inanan romantik tavrını su yüzüne çıkarttığı, Patrice Leconte’un Girl on the Bride filmine yapmış olduğu bolca göndermeleriyle sıradan bir Fransız filminin ötesine geçemiyor. Angel-A, ilk filmini çeken bir yönetmenin filmi olsaydı kuşkusuz alkışlanabilirdi, fakat yönetmen Luc Besson olunca ve geride bıraktığı birbirinden güzel filmlere baktıkça, çok daha iyisini beklemek, sanırım hayalcilik olmasa gerek. Yıllar önce en fazla 10 film çekmeyi düşünüyorum diyen Besson, böyle sıradan filmler çekmeye devam edecekse sayının 10 olmasını beklememeli…
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com