Bir gün, Amerika’nın ıssız Dogville kasabasında bir silah sesi duyulur, ardına güzel bir kadın silüeti belirir. Bankta düşüncelere dalmış olan kasaba sakini Tom kadını fark eder. Bu içe dönük çevrede bir yabancıya rastlamak pek olağan değildir. Kadının birilerinden kaçtığı aşikârdır, kasaba halkı çeşitli görevlerde onlara yardım etmesi karşılığında onu saklamayı kabul eder, artık yabancı bir kadından Dogville’in yeni gözdesi Grace’e dönüşmüştür. Alacağı ilk darbeye kadar insanlar Grace’e gülen yüzlerini göstermiş olsalar da, zaman içinde gerçekler su yüzüne çıkmaya başlar. Kimse göründüğü kadar kötü değildir, daima içerilerde bir yerde daha fazlası vardır.
Dogville, her filmiyle seyircilerini şaşkınlığa uğratan Lars von Trier’den bile beklenmeyecek ölçüde farklı bir filmdi. Biçimde Brechtiyen estetiğin temel öğelerinden epizodik anlatım, anlatıcı kullanımı ve yabancılaştırmayı (tiyatral ortam, çizimler, olmayan kapılar) sonuna kadar kullansa da senaryonun akışında izleyiciyi ana karakter Grace ile özdeşleştirmeye çalışırken kafa karıştırıyordu. Öyle ki, Grace’e yapılan tüm işkenceler, tecavüzler, haksızlıklar adeta seyirciye yapılıyordu. Trier’in bu dramatizasyondaki başarısını da zaten Breaking the Waves, Dancer in the Dark yahut Manderlay’ı izlemiş herkes fark etmiştir. Dogville’de senaryo ve oyunculuğun gücü, filmin biçimsel ayrıntılarının bir süre sonra fark edilmemesine yol açıyor. Dekorların arasında beliren ay ışığı, zemindeki tebeşirden canlanan köpeğin çığlıkları, filmin tüm yapaylığıyla alay edercesine sonda akan ve Amerika’nın öteki yüzüne ait olan fotoğraflar yönetmenin dehasına dair küçük örnekler. Tüm bunların ortasında ise Trier’in alışılageldik çıkmazlar içindeki kadın karakteri Grace… Peki, izleyenlerin bir kısmını (özellikle ABD’lileri) filmden nefret ettirip, diğer kesimi kendine hayran bırakan yönü nedir Dogville’in?
Grace, kasabaya ilk kabul edildiği zamanlarda rutine bağlanmış ve yoklukla mücadele eden halk için her şey tozpembedir. Genç kadın getirdiği farklılıklarla, verimli iş gücüyle, güzel yüzüyle kasabada yeni bir dönem açar. Çocuklar onu sever, kadınlarla sohbet eder, erkekler ise zaten ondan gözünü alamaz. Ne acıdır ki işlerin bu kadar iyi gitmesinin insanlarda yarattığı doyumsuzluk ve kadının kendilerine muhtaç olduğunu anlamalarının verdiği özgürlük zamanla insanların Grace’den daha fazlasını istemelerine yol açar. Çalışma saatlerinin arttırılmasıyla başlatılan değişim, onu herkesin faydalanmak için kullanacağı objeye dönüştürene kadar yavaşlamaz. Bunu sadece Amerika halkına indirgemek sadece kendini rahatlatmak olabilir. Söz konusu olan tüm insani duygulardır, Trier’in alegorisi evrensel ahlak normlarının bir kasabada tabi tutulduğu testin ta kendisidir. Aşırı dinci olması sebebiyle yönetmen, bu alegoride önceden Bess’i yaptığı gibi Grace’i de mesihleştirir. Onun kasabaya gelişi İsa’nın insanlığa gönderilişini resmeder. Süreç içerisinde Grace’e vurulan her tokat sonrasında öteki yanağını çevirmesi, maruz kaldığı şiddete pasifizmde çözüm bulmaya çalışması hem İsa figürüne hem de, belki de tüm filmin özetinin çıkarıldığı “kibir” odaklı konuşmada olduğu gibi, Grace’in aşırı bağışlayıcılığının yanlışlığına işaret eder. Grace’i Trier’in diğer kadınlarından ise son sekans ayırır. Kibirinin doğurduğu affetme duygusundan sıyrılır ve sahibi olduğu gücü kullanmaya karar verir. Schindler’in Listesi’nde güç mevzusuna yaklaşım “Öldürme yetisine sahip olmana rağmen öldürmüyorsan, güçlüsündür.” iken, Dogville’de şiddete direkt maruz kalan birey buna paralel düşünemez. Bu cezalandırmanın sebebi intikam mı düzeni sağlama isteği midir? Her ne kadar Dogville, Trier’in “Amerika: Fırsatlar Ülkesi” üçlemesinin ilk filmi olsa da, genel izleyici kitlesinin görüşü Dogville ve Manderlay’in ağır bir Amerikan toplumu eleştirisi olduğu yönündedir, Roger Ebert filmi Cannes’da izledikten sonra Trier’i olayları silahlara dayanarak çözmeye karar vermiş faşist bir Bush yandaşı olarak nitelemişti. Yönetmen siyasi bir film yapma fikrini reddettiğini iddia etse de, hem filmin çekildiği dönemdeki sıcak ABD – Irak savaşı, hem de üçlemede Amerika isminin geçmesi sonucu filmi politik olarak okumamak olanaksızdı. Nicole Kidman sırf bu politik tartışmalarda adını lekelememek adına, söz vermesine rağmen Manderlay’in kadrosundan ayrıldı.
Dogville’in kadrosu tam anlamıyla yıldızlar geçidiydi. Nicole Kidman donuk bakışları, hiçbir zaman abartıya kaçmayan oyunculuğu, her an kırılmaya namzet biblo edasıyla filmin etkisini ikiye katlıyordu. Filmin kasvetli havasını sette de estirmekte beis görmeyen Trier belki de bu sayede oyuncularından üst düzeyde gerçekçi performanslar alıyor. Sesiyle filme can veren John Hurt, filmde vicdanı, kimilerine göre savaş endüstrisini, simgeleyen otorite James Caan, idealist, pasif âşık Paul Bettany yıldızlar geçidinin ilk olarak akla gelen öğeleri…
Günümüz sinema seyircisinin anaakım sinemanın beyin uyuşturucu öykülerine, son on dakikasındaki çözülme anlarıyla sonrasına hiçbir düşünce kırıntısı bırakmayan filmlerine alışmışken, Lars von Trier’in kitlelerde yarattığı buhrana şaşmamalı. Kendi hayatını sinemayla incelemeye çalışan, filmleri bir sanat eseri estetiğinden uzaklaştırmadan ( Dogma95 akımı bile buna dâhildir, yeni bir estetik yaratmak, biçim adına yapılmış bir deney olarak görülebilir, ne kadar başarısız olsa da…) son derece insani davranışları mercek altına alıyor. 7. sanatın sahnesinde, Bergman misali tek başına duruyor olmasının sebebi, diğerlerinden iyi olması değil, eşsiz olması. Danimarka’nın en ünlü yönetmeni olmasına rağmen kendi ülkesinden bile sinemasını örnek alan pek fazla kişinin çıkmaması bunu destekliyor. Siz de Metin Erksan’ın kastettiği gibi sinemayı bir şenlikten daha ziyade bir kültür olarak görenlerdenseniz, Lars von Trier bulunmaz bir hazine…
Yiğitalp Ertem
yalpertem@gmail.com