16 yaşında okulu bırakan, 17 yaşında ilk kısa filmini çeken, 22’sine geldiğinde ise ilk uzun metrajı olan Boy Meets Girl’e imza atan Leos Carax; kuşkusuz Fransa’nın en ilginç yönetmenlerinden biridir. Fransız Yeni Dalgası’ndan kalan mirası sahiplenen yönetmen, en çok da Jean-Luc Godard’la arasında grift bir bağ kurar. Onun klasik anlatının bütün formüllerini ters yüz eden, geçmişin mirasını sahiplenmesine karşın; onunla bir mücadele içine girerek yeni bir formül üretme çabasını, Carax’ın sinemasında da görürüz. Yönetmenin sinema anlayışı; bütünlüklü ve çizgisel bir anlatımdan çok, dağınık sekansların birleşmesinden oluşan bir toplamayı andırır. Hikaye anlatımı da buna istinaden, son derece karmaşıktır. Parçalar çok dağınıktır ve her karakter filmin bir yerinde kendi sahnesine çıkar. Kimi zaman da oyuncular kameraya bakarak, ona karşı konuşur ve oynamaya başlar. Buna en iyi örnek; Boy Meets Girl filminde Mireille’nin, Alex dilsiz bir adamla konuşurken kameraya dönerek ona çeşitli jest ve mimiklerde bulunması gösterilebilir. İzlediğimizin bir film olduğu gerçeğini hatırlatan bu numaraların dışında, sık sık kullanılan karartmalarda yönetmenin bu vurgusunu tamamlar cinstendir. Tıpkı François Truffaut gibi, Carax’ta gündelik yaşamın kendine özgü ritmini yakalamayı her şeyin üstünde tutar. Onun için yazılı bir senaryodan çok, karakterlerin ruh hallerini yansıtacak sıradan eylemleri ekrana taşımak daha önemlidir. Paris’in sokaklarında boş boş gezen bir kadın, nehrin kenarında gecenin zifiri karanlığında içmeden sigarasını yakıp nehre atan bir genç, Alex’in kulağına kulaklığını takıp otoyolda gözü kapalı yürümesi, Mireille’nin evde tek başına dans edişi, aşıkların sokak ortasında öpüşmesi, bir fincanın kırılması, barda oynanan basit bir tilt oyununun hayatla örtüşen yönleri ve buna benzer daha pek çok sahne… Hayatın içinden sıradan sahneleri bir mozaik haline getiren yönetmen, aslında bir hikaye anlatmakla da uğraşmaz. Boy Meets Girl’de Alex ve Mireille’nin yüzeyde kalan hikayesinin ardında, her karakterin kendi hikayeleri saklıdır. Bir hikayeyle kendini sınırlamak yerine, pek çok hikayecikle hayatın ironik yanlarını da açığa vurma şansı yakalar. Mauvais Sang’da da yüzeydeki polisiye hikaye, aslında Alex, Anna ve Lise arasındaki aşk üçgeninin bir kamuflajıdır.
Boy Meets Girl, yönetmenin romantik ilişkiler üzerine çektiği bir üçlemenin de ilk ayağını oluşturur. Sevgililerinden ayrılan Alex ve Mireille, mucizevi bir şekilde birbirleriyle tanışır. Alex, tıpkı kaderinin peşinde koşar gibi Mireille’nin peşinden gider. Ta ki ona rastlayana kadar… İkili konuşmaya başladıklarında, ikisinin de hayata bir türlü tutunamadıklarını ve yaşamlarını istedikleri gibi yönlendiremediklerini görürüz. Oğlan, kızı bulur bulmasına, ama bu sefer de geçmiş ve gelecek aralarına girer. Geçmişin hataları, geleceğin umutlarını söndürürken, belki de sinema tarihinde hiç rastlanmayacak kadar ilginç bir ilişkinin de anatomisine şahit oluruz.
Boy Meets Girl, her şeyden önce aşka ve hayata çok farklı bir açıdan bakan; çoğunlukla karamsar ve depresif bir filmdir. Filmin siyah-beyaz olan renk paleti de filmin bu karanlık havasıyla uyum sağlar. Filmdeki her sahne; seven, ilgi gösteren, önemseyen, hayal kuran karakterlerin terk edilişleriyle birlikte değişen ruh hallerini dışa vurur. Sevgisizliğin ve kimsesizliğin teslim aldığı Paris sokaklarında yürüyen kaybolmuş karakterlerin hüznü bir yerden sonra boğucu olur. Carax’ın son derece özgün ve melankolik sekanslarıysa, bu yolculukta seyircilerin ezberlerini bozar. Nehrin kenarında öpüşen bir çifte bakan Alex, bu sahneyi çok yapmacık bulur ve öpüşen çifti, tiyatro oyuncularıymış gibi görerek önlerine bozuk para atar. Carax, filmin başından sonuna kadar yapay olan her şeye alaycı bir biçimde yaklaşır. Onun için bir çiftin zorlama olan ve gerçek olamayacak kadar mükemmel ilişkisi yerine, Alex ve Mireille arasındaki ufacık sevgi kırıntıları daha önemlidir. Bunu yansıtmak için de arka planda çalan David Bowie’nin When I Live My Dream şarkısından yararlanır. Şarkıda Bowie, sadece rüyalarında istediği ve aradığı aşkı yaşayan bir adamın hislerini anlatır ve şarkının bir yerinde; aşk sadece rüyamda varolabilir der. Bu açıdan, filmin final sekansı da son derece düşündürücüdür. Alex ve Mireille, bir kan bağıyla birbirlerine bağlanırken; aralarındaki camın öte tarafında da Alex’in önlerine para attığı öpüşen çifti görmemiz, şüphesiz Hegelvari bir rastlantının eseridir. İdeal bir ilişkiyle gerçek bir ilişkinin çatışma alanı bundan daha güzel özetlenemez.
Hayatın çatışan yanlarını şiirsel kompozisyonlarla ekrana taşıyan yönetmen, ilişkilerle ilgili de son derece çarpıcı saptamalar yapar. Alex’in sürekli tartışan komşuları arasında şöyle bir diyalog geçer. Kadın, kocasına; aramıza neyin girdiğini söyle der. Kocası da; aramıza hayat girdi, bundan ötesi var mı diyerek; aralarındaki soruna farklı bir boyut kazandırır. Dünyada yaşanan bunca olaya karşın, nasıl sürekli sevişmek istiyorsun diyerek karısını eleştirmeyi de ihmal etmez. Carax’ın sıra dışı romantik ilişkilerinin ve arıza karakterlerinin temel sorunu, sürekli hayattır. Şans eseri birbirini bulan yok olup gitmekte olan iki karakterin birlikteliği, birlikte olma çabası; sürekli yan karakterlerin kendi sorunlarını monologlar halinde dışa vurmalarıyla kesintiye uğrar. Bu kesintilerde ise baş döndürücü değişimler yaşanır. Aşk nefrete, yaşam ölüme, kadın erkeğe, siyah beyaza dönüşür. Maskeler tek tek düşerek insanlar yapayalnız ve çırılçıplak kalır. Karakterler kendileriyle ve hayatla yüzleşmeye başlar. Alex, Mireille’yle konuşmaya başladığı ilk sahnede: Hep alkışlanacak ve önemsenecek biri olmak istedim. Bir pilot, bir gezgin ya da bir müzisyen… Yeniden doğamaz mıyım? der. Yaş gününü kutlayan Bouriana: Bana esas ne acı veriyor, biliyor musunuz? diyerek başladığı konuşmasında; hayatında çok az şey yapmış olmanın üzüntüsünü paylaşır. Hayatla yüzleşmenin ağırlığı filmin ağırlığını arttırırken; karakterlerin her dakika daha da depresifleştiğini görmek ise şaşırtıcı olmaz. Alex, Mireille’yi bulmasına karşın; yeniden doğma arzusundan vazgeçer ve bir daha asla yaşamayacağım der. Barda tilt oynayan adam, tilt oyunundaki yenilgisiyle hayata karşı yenilgisini kabullenmiş olur ve ardından bir daha oynamayacağım der. Mireille, herkes gidiyor zaten derken; aslında partiden bahsetmez. Hayat sahnesinden çekilen insanlara gönderme yapar. Kendi çekilme sırasının geldiğini de çaktırmadan haber vermiş olur.
Carax filmlerinin derin anlatımı ve ironilerle birlikte farklı yönlere giden söylemlerinin zenginliği de yönetmenin sahip olduğu geleneğin zenginliğinden kaynaklanır. Carax, cesur anlatımı ve sıra dışı hikayelerine karşın; her şeyden önce etkilendiği akımları ve yönetmenleri çok iyi özümsemiş ve kendi sinemasını da adım adım özgünleştirmiş çok değerli bir yönetmendir. Etkilendiği güçlü isimlerin sinemalarını hiçbir zaman öykünmeye dönüştürmeden, kendine has bir sinema dili içinde eritmesi çok etkileyicidir. İlk filmi Boy Meets Girl, açıkça Fransız Yeni Dalgası’ndan en çok da Godard’ın sinemasından izler taşır. İkinci filmi Mauvais Sang, Fransız Şiirsel Gerçekçiliği, Marcel Carne ve Jean Cocteau’nun ağırlığı altındadır. Üstelik filmdeki Anna karakteriyle de Jean-Luc Godard’ın filmlerindeki Anna Karina’ya gönderme yapar. Mauvais Sang’da Godard’ın Week-end, Bande a Part ve Vivre Sa Vie filmlerine dolaylı yollardan göndermeler vardır. Les Amants du Pont-Neuf’da da, yönetmen finalde Jean Vigo’un L’Atalante’sine saygı duruşunda bulunur.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com