Demirperde ülkelerinden biri olan ve komünizm döneminden kalma pek çok alışkanlığın hala ayakta kaldığı Romanya, 1989 yılında Çavuşesku’nun canlı yayınlara da yansıyan ölümüyle birlikte yeni bir döneme girdi. Ülke, Çavuşesku’nun ölümünden sonra hala istediği yere gelememiş olsa da, 2007’nin Ocak ayında Avrupa Birliği’ne üye olmayı başardı. Bu gelişme bundan sonraki dönem için Romen halkına cesaret verse de, eski yaşam alışkanlıklarının değişmesi daha zaman alacak gibi gözüküyor. Altyapının yetersizliği, işsizlik, yaşam şartlarının ağırlığı, fakirlik, umutsuzluk vb. daha pek çok sorun varken, ülke insanlarının komünizm döneminden kalma alışkanlıklarıyla yaşamlarını sürdürmeye gayret etmesi de ayrı bir sıkıntı olarak göze çarpıyor. Bir başka demirperde ülkesinde yaşayan ve filmlerinde ülkesinin insanlarının maruz kaldığı durumları anlatan Macar yönetmen Istvan Szabo bu durumla ilgili şöyle diyordu:”Esas sorun rejimin çökmesinden sonra ortaya çıktı. İnsanlar ne yapacaklarını nasıl davranacaklarını bilemediler. Ortada tam bir kaos vardı ve bu durum insanlar için rejimden daha tehlikeliydi.” Szabo’nun bu tespiti gerçekten çok önemli. Çünkü son dönem Romen filmlerindeki karakterlerin ruh hallerini yansıtır cinsten. Rejim sonrası Romanya’sında yaşayan, hayata tutunmaya çalışan, işsizlikle boğuşan bu karakterler aslında bir taraftan da ne yapacaklarını bilememenin getirdiği kargaşa içinde izleyenlere trajikomik enstantaneler yaratarak, durum komedisinin ilginç örneklerini sunuyor. Biz izlerken eğlensek de sanırım tek eğlenmeyen kesim, bizleri eğlendirdiğinin bile farkında olmayan ve bilinçaltında hala geçmişin travmalarını hisseden bu kesim olsa gerek. Ülkedeki yaşlı kesimin geçmişinden kopamayışı ve geleceğe net bir şekilde bakamayışı bu problemlerin yaşanmasında büyük etken. Önemli bir toplumsal travma yaşayan Romanya’nın son yıllarda Avrupa Birliği trenini yakalaması ülkeyi hızlı ve köklü bir değişim sürecinin içine çekmiş gözüküyor. Bu değişim süreci ve ülkeye komünizmden sonra hızla giren kapitalizmin etkileri, gençler arasında tedirginlik yaratmasa da yaşlı kesimin Çavuşesku’dan sonra daha mı iyiyiz, yoksa daha mı kötü türevinden sorular sormasını kaçınılmaz kılıyor.
Çavuşesku dönemi çocukluk yıllarına rastlayan, şu an olgunluk dönemlerinde olan bir kitle ise bütün bu olan bitenden haberdar gözüküyor. Geçmişlerini unutmayan, ama öte yandan da kaçınılmaz olarak değişimin içinde yer alan bu kitleden çıkan sinemacılar ülke sinemasını belki de hiç olmadığı kadar yukarılara çıkarmaya devam ediyor. Diğer demirperde ülkelerinden olan Çek Cumhuriyeti ve Macaristan gibi köklü bir sinema geleneği olmayan Romanya’da günümüz sinemacıları bu açıdan yeni bir çağ başlattı. The Way I Spent the End of the World’ün yönetmeni Catalin Mitulescu: “Bizim Çekler ve Polonyalılar gibi 1960’lara dayanan geleneksel bir sinemamız yoktu.” diyerek, Avrupa’da, Romen Yeni Dalgası diye anılan akımın aslında bir birikim eksikliğinden de kaynaklandığını anlatıyor. Temaları ve çekim teknikleri birbirlerine çok benzese de son dönemde yetişen Romen yönetmenler de kendilerinin aslında çok farklı yönelimleri olduğunu söylüyor. Gerçekten ismi anılan yönetmenlerin aldıkları eğitimlere bakınca çok farklı yerlerden geldiklerini görebiliyoruz. 4 Months, 3 Weeks and 2 Days’in yönetmeni Cristian Mungiu İngiliz Edebiyatı okuyarak, öğretmenlik ve gazetecilik yaparak mesleğe başlamış. Bu deneyimlerinden sonra Bükreş’te sinema okuyan Mungiu’nun dışında, Death of Mr. Lazarescu’nun yönetmeni Cristi Puiu’da Cenevre’de resim ve sanat eğitimi alarak işe başlamış.
Ülkelerinin geçmişte yaşadığı sıkıntıları ve insan ilişkilerini, dürüst, sade, gerçekçi ve minimalist bir üslupla sinemaya aktaran bu yönetmenler, uzun plan sekanslar ve belgesel izlediğimiz hissi yaratan soyutlamalar kullanarak filmlerinde insani yanları ön plana çıkartıyor. Stilize olmak yerine, sade ve gerçekçi bir yapıyı benimseyen Romen Yeni Dalgası bu açıdan da Dardenne Kardeşler’in sinema dillerine yakın bir yerde duruyor. Cristian Mungiu, Sight&Sound dergisine verdiği bir röportajda: “(Çavuşesku dönemindeki) İnsanların konuştuklarıyla gerçekten yaşananlar arasında büyük bir fark vardı.” diyerek sinemasındaki sadeliğin gerekliliğini açıklıyor. Bu biçimsel özelliklerin yaratılmasında, gerekliliğin yanında, tabii ki yönetmenlerin maddi imkansızlıklarının da payı var. Farklı anlayışlarla filmlerini çektiklerini belirten bu başarılı yönetmenlerin ileride imkanları dahilinde farklı yollara gidip gitmeyecekleri bilinmez, ama şu an Avrupa’da ciddi bir fırtına yarattıkları kesin. Hem biçim olarak hem de insanı ele alış tarzlarındaki sadelik ve etkileyicilik bakımından takdir topluyorlar. Bir yanda sinema Beowulf ve Sin City gibi gösterişli filmlerle kabuk değiştirerek özünü kaybederken, öte yandan da eski kıtadan hala yükselmekte olan minimalizm dalgası bizi umutlandırıyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com
Son dönemde dikkat çeken Romen filmleri:
4 Months, 3 Weeks and 2 Days
The Way I Spent End of the World
The Death of Mr. Lazarescu
California Dreamin’
12:08 East of Bucharest