Hanna, eski bir CIA ajanı olan babası tarafından Finlandiya’nın balta girmemiş ormanlarında, soğukkanlı bir ölüm makinası olarak yetiştirilmiştir. 14 yaşına gelince babası onu ilk suikastını gerçekleştirmesi için Avrupa’ya gönderir. Yol boyunca hedefine kitlenmiş bir şekilde, usta bir katil gibi soğukkanlı hareket eden Hanna, başına gelen çeşitli olaylar sonucunda hedefine yaklaştıkça varoluşsal soru ve sorunlarla boğuşmaya başlar. Suikastın Hanna ve babasıyla alakâlı kişisel bir intikama dayandığı anlaşılır. Öldüreceği kişi de Hanna’nın peşindedir ve oldukça tehlikelidir.
Pride & Prejudice, Atonement, The Soloist gibi hassas filmlerin İngiliz yönetmeni Joe Wright, bu kez bir aksiyon dram olan Hanna ile tarzını farklı bir kulvarda deniyor. Gerçi belli bir tarzı olduğundan söz edilip edilmeyeceği tartışılabilir. Yine de bugüne kadar gerek teknik anlamdaki, gerekse oyuncu yönetimindeki becerileriyle kısa sürede yıldız yönetmenler arasına girdiği de bir gerçek. Ama bazı olumlu ve orijinal yönlerine rağmen Hanna, bana göre Joe Wright kariyerinin en zayıf halkası olmuş. O kariyerin büyük bir bölümünü ödül potansiyelli yoğun dramların oluşturduğu düşünülürse, Hanna daha çok Luc Besson’un kanatları altında kendini ispat etmeye çalışan genç aksiyoncuların işlerine benziyor.
Giriş ve gelişmesiyle tanıdık aksiyon yöntemlerini bir intikam/yol filmine döndüren oldukça tecrübesiz Seth Lochhead ve David Farr ikilisinin senaryosu çok büyük beklentilerle izlenmediği taktirde baştan sona sürükleyici etkisini koruyan nitelikte. O “bildik” kalıpların içinde olmazsa olmaz mantık hataları, fantastik kaçma/kurtulma sahneleri de mevcut. Ama Hanna’nın Fas’ta karşılaşıp bir süre birlikte yolculuk yaptığı aile ile geçen sahneleri gibi hem mizahî öğeler, hem de Hanna’nın ergen dramını biraz daha belirginleştiren katkılar da bulunmakta. Filmin yarı video, yarı gişe karakterli bu yapısı finale doğru gerilimi tırmandırıp, film boyunca inandığımız bir gerçeği sürprize çevirince haliyle daha güçlü bir son umuyoruz. Ne var ki, o son (beklenen bir son da olsa) beklenmedik bir aceleyle kendi kendini sıradanlaştırıyor. Hanna gibi başka çocukların da olduğu bilgisi ya da Hanna’nın filmden sonraki âkıbetinin yarattığı sorular devam filmine göz kırpsa da bu tip bir son, olası devam filmlerine olan merak tansiyonunu düşürebilir.
Atonement’tan sonra ikinci kez Joe Wright ile çalışan Saoirse Ronan, şimdiden geleceğin parlak kadın starlarından biri olmaya aday. Hanna karakterine dişi ve ergen bir Bourne özellikleri dışında gizemli bir derinlik katmayı başardığı bölümlerden de söz edilebilir. Örneği çok fazla olmasa da güçlü kötü kadın rollerini taşımadaki ustalığı tartışılmaz Cate Blanchett ise senaryonun getirdiği zayıflıklara karşın her yönüyle ben buradayım diyor. Alman görüntü yönetmeni Alwin H. Kuchler’ın filme olan katkıları da öyle. Son olarak filmle ilgili en belirgin promosyon malzemelerinden biri olan The Chemical Brothers müziklerinin bende hayalkırıklığı yarattığını belirtmek isterim. Daft Punk (Tron: Legacy) ve Massive Attack (Danny The Dog) müziklerinin başarısı ne yazık ki The Chemical Brothers’ta yoktu. Mesela grubun 1999 tarihli Surrender albümü filmin genel ruhuna ve birtakım sahnelerine bir nebze uygun düşerdi diye düşünmedim değil. Özetle, birçok yönden çok iyi bir film olabilecekken, Wright’ın yönetim becerileri dışında yaşadığı bazı arızalar yüzünden umulanın altında kalmış bir yapım denebilir Hanna için.
Osman Danacı
odanac@gmail.com