Marjane Satrapi ve Vincent Paronnaud ikilisi Persepolis’in izinden gitmeye devam ediyor. İkilinin yeni filmleri Azrail’i Beklerken, sevmeden evlendirildiği karısı tarafından hayatını adadığı kemanı kırılan bir keman virtüözünün ölüme yolculuğunu anlatan, sıradışı, duygusal ve bir o kadar da melankolik bir yapım. Kemanı kırıldıktan sonra ölmek isteyen ve bir hafta boyunca Azrail’i çağıran Nasser’in geriye dönüşlerle anlatılan hayat hikâyesi üzerinden, Satrapi ve Paronnaud tıpkı Persepolis’te yaptıkları gibi İran’daki duruma da arka planda yer veriyorlar; fakat filmin politik arka planı bu sefer Persepolis kadar etkili ve çerçeveleyici bir anlatımla sunulmuyor. 1950’lilerin İran’ı masalsı bir görünüme bürünerek, bilinçli bir şekilde gerçekliğinden sıyrılıyor.
Nasser’in kırılgan ve bir türlü olgunlaşamamış bir erkekle sert ve acımasız bir canavar arasında gidip gelen ruh hâli, filmde Fellinivari bir anlatımla beyazperdeye taşınıyor. Tam da bu nedenle, Azrail’i Beklerken Nasser’in kaybettiği aşkını anlatan bir melodram olmaktan kurtuluyor, aynı zamanda insanın sanatla ilişkisi üzerine de bir kapı aralıyor. Fakat bu noktada filmin zayıf noktası da görünür oluyor: Satrapi ve Paronnaud’un bu süreci sorgulayıcı ve kendilerini de içine katan diyalektik bir süreçten öte, daha çok 50’lilerin filmlerine öykünen ve sanata bir tür “saygı duruşu”nda bulunan bir nostalji öğesi olarak kullanması, filmin değerini düşürüyor. Filmi sınırlayan bu bakış, filmin bir adım öteye geçmesini engellediği kadar, seyircinin de geçmişle melankoli ve nostalji üzerinden ilişki kurmasına yol açıyor. Fellini’nin özgürleştirici anlatımı, filmde saygı duyulacak bir yapı olarak kullanılarak göstermelik kalıyor. Tabii ki eğer bir sinefilseniz, Azrail’i Beklerken’in kurduğu atmosferden etkilenmemeniz mümkün değil; ama filmin durduğu yer açısından kendisini sınırladığını da hatırlatmakta fayda var.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com