Alfredo Murcia’da annesi babası ve engelli kardeşi Alejandro ile birlikte yaşayan bir gençtir. Engelli kardeşi için türlü kuklalar yapıp, onun kendini yalnız hissetmemesini, bir nebze de olsa hayata tutunmasını sağlamayı gaye edinir. Artık hayata dair yapmak istedikleri birikip, içinde saklayamaz hale geldikten sonra Madrid’e doğru yol alır. Burada girdiği konservatuar seçmelerinde başarılı olur ve o çok sevdiği ve dünyayı istediği yönde değiştirebileceğine inandığı tiyatro hayatının kapısından içeri böylelikle girmiş olur. Ancak geçen günler onu beklediği şekilde bağrına basmaz. Düşündükleri kapana kısılmış bir şekilde örselenir, başkalarınca eleştirilir, kalıba sokulmaya çalışılır ve kısıtlanır. Her şeye göğüs geren ve fazlasına da hazır Alfredo‘nun katlanamayacağı tek şey bağımsızlığının elinden alınmasıdır.
Her birimizin hayatında bazı konularda radikalleştiği, amiyâne tabirle burnundan kıl aldırmadığı dönemler olmuştur. Bu örneğin bende ergenlik dönemimde Rock müzik konusunda olmuştu. Asla sert müzik dışında bir şey dinlemeyeceğime, yumuşayan gruplara hain gözü ile bakacağıma ve yolumdan şaşmayacağıma dair nâralar atardım. Sonra bir şekilde insan olaylara daha yuvarlak hatlarla bakmayı öğreniyor. Hiç istemeden de olsa, sessiz ve derinden belli bir değişim sürecinin içine giriveriyoruz. Alfredo‘nun da bağımsız ve paranın esamesinin okunmayacağı, sokakta hünerlerini sergileyen tiyatro grubunu kurarkenki dirayetli hali herkesin bir dönem asilik sergilediği bazı konulardaki duruşunun bir benzeri adeta. Sokaklarda altı bezli şeytan bebekleri, dilenen üstü başı pislik içindeki “unutulmuşlar”ı, madde bağımlılarını, tekerlekli sandalyedekileri, kâğıtçıları, çingene kadınlarını canlandıran, bunu yaparken de kendilerine uzatılan üç beş kuruş parayı verenleri fırçalayan bir ekip ile bu yola çıkıyor Alfredo Beaza. Hayatı tam göbeğinden yaşayan ekibin gösterilerinin hayattan bir kesit haline dönüşüp, “belgeselvâri” bir konsepte bürünmesi de bundan kaynaklanıyor. Sokaklarda dilenci kılığında dilenip, dilencileri taklit eden bir mantalitenin gerek halka gerekse de yasal kurumlara izahati pek kolay olmuyor haliyle. Bu gösterilerdeki realite Alfredo‘nun parlak fikirleri ile sokak ortasında süikaste dönüşecek “Cinayet” adındaki oyuna kadar uzanıyor. İşte bu oyunun yarattığı yankının getirdiği bazı müeyyideler işin rengini değiştiriyor.
1990’lar İspanya’sında geçen Noviembre, ismini Alfredo’nun uzun uğraşlar ve katı kurallar ile birlikte kurduğu, 10 maddelik sert manifestosu olan bir tiyatro grubunun adından alıyor.
Kasım, Alfredo demekti.
…sözleri ile açılıyor film. İzledikçe kendimizi ergenlik dönemlerimizdeki hiddetli radikalizmimizi hatırlayarak Noviembre grubunun bir mensubu gibi hissediyoruz. İşin içine maddi kaygılar ve dünyevi hezeyanlar karıştıkça kirlenecek çocuksu saflıktaki idealarımızın peşinde koşuyormuşçasına. Alfredo gibi hissediyor, Alfredo ile içten içe aynı yola baş koyuyoruz. Sanki zorla elimizden alınmış o eski ne istediğini bilen kişiyi canlandırıyoruz içimizde. İspanya ve dünya ile ilgili rahatsız olduğu bir iki şeyi de satır arasına sıkıştırmış bir film var karşımızda. Noviembre’nin gerçekleştirdiği “Cinayet” temsili, ETA’nın dönem faaliyetlerinin İspanya sosyal yaşantısına sirayetlerinden ötürü örselenmesini görüyoruz. Aynı şekilde Cinayet temsili ile birlikte bireysel silahlanma ve halkın olup bitenlere olan tepkisinin ölçümü kameranın kadrajına sığdırılan anektotlar. Benzer bir halkın insaniyet imtihanını Michael Moore yapmıştı yanlış hatırlamıyorsam. Amerikan halkının olup bitenlere tepkisizliğini ve “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” felsefesini, sokak ortasında yatan birine saatlerce kimsenin hiçbir şey yapmamasını resmederek eleştirmişti.
Noviembre oluşumunun kurulmasının altında yatanlardan en büyük etkenin Alfredo‘nun, engelli kardeşi Alejandro olduğunu görüyoruz ilerleyen dakikalarda. Her şeyin Alejandro için yaptığı bir iki kukla ile başladığı bu serüven, daha fazla insanın hayatlarına olumlu katkıda bulunabileceğine inanmış bir adamın fahri mücadelesi halini alıyor. Tıpkı hastalanınca tekrar geri dönüp, onu hayata bağladığını anladığı kuklalarının, sanatını da hayata bağlayacak tek şey olduğunu, her şeyin aslında yüreklerde yer etmiş bir parça sevgiden ibaret olduğunu anladığı an gibi, tiyatro ile dünyayı değiştirme çabalarını sürdürüyor genç adam. Ta ki, dünya onu anlamamakta ısrar edene, her şeyin altında bir bit yeniği aramakta mukavemet edene değin. Bir zamanlar peşinde tamamen duygusal ve gönülden koşturduğumuz şeylerden, şu an aynı şeylerin peşinden koşan gençlere, ne ara deli muamelesi yapacak kadar uzaklaştık? Bunun için mi hazırdık o dönem bu uğurda kanlar dökmeye? Siyasetse siyaset, müzikse müzik, sporsa spor, sanatsa sanat… Hepimizin hayatı algılayış ve arkasında dirayetlice duruş şekillerimiz vardı. Şu an ise birimizi diğerinden ayırt eden çok ufak nüanslar oluverdi. Çoğu zaman da hayatta edindiğimiz yaftalar. Peki ya inandıklarımız? Uğruna savaştıklarımız?
Noviembre‘nin yapısı tipik İspanyol sinemasının tüm unsurlarını ve karakteristik özelliklerini barındırıyor. Hemen hemen tüm Almodovar filmlerinde gördüğümüz hem güldüren, hem düşündüren hem de üzen karışık hissiyatlar silsilesi Noviembre’de da kendini gösteriyor. Bu konuda İspanyol’ların hayata bir ayna tutma çabasında olduklarına inanıyorum. Sonuçta eğer hayatın bir yansıması ise sinema, hem gülmeli, hem ağlamalı, hem de düşünmeli gören, tıpkı hayattaki gibi. Son dönem Azulascurcasinegro‘da da benzer bir “ortaya karışık genresi” durumuna tanık olmuştuk. Noviembre biraz da bu yola baş koyarak çıkmış gibi sanki. Gözünden süzülen bir damla yaş ile insanları güldüren bir palyaço edasıyla seyirciyi can evinden vuruyor. Yüzü gülüyor, ama içi kan ağlıyor. Anlaşılamıyor. Gören gülüp geçiyor, anlam veremiyor. Düşünmüyor bile üzerinde. Amacını sorgulamıyor. Bundan başka belgesel filmlerin bazı ögeleri kullanılmış. Alfredo Baeza ile bu yolun yolcusu olmuş kişilerle yapılmış söyleşilerden pasajlar ekrana geliyor. Bu da karakterleri daha yakından tanıyıp, hislerine ortak olmamızı kolaylaştıran bir etken oluyor.
Tam bu noktada aklıma bir örnek düşüveriyor. Yakın zamanda giriştiğimiz dergi projesinin nasıl da popülerleşmesini istemediğimizi düşünüyorum. Sanki el değsin istemedik, para kokan ürünler bulaşsın istemedik. Ne iki adet poster, ne de başka bir popülarite pis elini sürmesin istedik, amatörlüğümüze. Biz amatörlüğümüzle gurur duyduk. Dimdik dikildik kuşe kâğıtlara, DVD hediyelerine karşı mağrurca. Ne taviz verdik sözlerimizden, ne de suyuna gittik okuyacakların. Tıpkı Yedinci Gemi’yi suya indirdiğimiz gibi. Kimsenin cebine gireceklerin kaygısını duymadık. Paranın kulağımızın kenarından geçmesine tahammül edemedik. Kaçıp kendimizi soğuk sulara bırakmaya bizi iten; “hit kaygıları”, “eli sopalı zebellah kesilen “Ah-yakkk” yankıları”, “çıkar üzerine kurulmuş bir düzen”, “herkesin ardından kuyu kazan insanlar”dı. Alfredo’dan bile öte, tıpkı Dani gibi tepki gösterdik ruhumuzu taciz etmeye kalkanlara. Bağımsızlık tek derdimizdir varsa yoksa. Bana sahip olabilirsin ama ruhuma asla…
Aydın İşitemiz